Etyen Mahçupyan Zaman
İtalya'nın İkinci Dünya Savaşı öncesinden
itibaren liderliğini yapmış olan Benito Mussolini, siyasi hegemonyanın nüfusla
bağlantılı olduğuna inanırdı.
Tarih ırk savaşının arenası olarak görülmekteydi
ve başarı da doğal olarak temiz kana sahip olan insan sayısını artırmakla ve
kirli kana sahip olanların tarihten silinmesiyle gelecekti... Mussolini savaş
öncesi yıllarda toplumu daha fazla çocuk yapmaya teşvik etmiş ve ailelere her
yeni çocuk başına para ödeneceğini duyurmak üzere köy köy tellallar
dolaştırmıştı. Ne var ki ödenecek paranın ilginç bir kıstası vardı: Kız
çocuklar için üç bin liret, erkek çocuklar için beş bin liret ödenecek, ayrıca
erkek çocuklarına ad olarak 'Benito' koyanlar iki misli para alacaklardı...
Bugün kürtajı yasaklama bağlamında akıl
yürütmeye çalışanların tabii ki ırkçı oldukları söylenemez. Hatta dindarlıkları
nedeniyle kavmiyetçiliğin tam karşısında yer aldıkları da iddia edilebilir.
Ancak söz konusu düzenlemeyi yapacak olanın bir ulus-devlet olduğu gerçeğini
unutmaları da herhalde mümkün değil. Modern devletlerin hepsi kendi içlerinde
ne denli özgürlükçü olurlarsa olsunlar, son kertede kendi uluslarına ait
görmedikleri toplulukların sayıca azalmasını ilkesel bir yanlış olarak
algılamadılar. Bugün hükümetin Ortadoğu hassasiyetine bakarak böyle bir utanç
noktasında olmadığımızı söyleyecek olanlar vardır. Ne var ki burada önemli olan
kendinle öteki arasındaki sınırı nereden çektiğin değil, böyle bir sınır
üzerinden siyaset yapıp yapmadığındır. Kavim milliyetçiliğine hayır diyenlerin
din kardeşliği üzerinden ümmet milliyetçiliği yapması herhalde insani bir
yaklaşım olmaz ve dünyaya bu tür bir izlenim vermenin hayırlı sonuçlarından söz
edilemez.
Dolayısıyla kürtaj yasağını savunanların en
azından bu alandaki tarihsel algının farkında olmalarında yarar var... Farkında
olunması gereken bir başka nokta, dinlerin insanlara günah işleme özgürlüğünü
tanımalarının vazgeçilemez bir meşruiyet zemini oluşturduğudur. Hiçbir din
kendi akideleri üzerinden meşruiyet kazanamaz, çünkü insanların dinle ilişkisi
zaten inanç bağını gerektirir ve fazlasına muhtaç değildir. Oysa meşruiyet söz
konusu dinin dışında duranların o dine bakışıyla ilişkilidir ve bu açıdan en
önemli unsur dindarın günah işleme özgürlüğüdür. Çünkü bu husus, dindarın irade
sahibi olduğunu teslim ederek, dindarlığı da kişinin aklı, yüreği ve vicdanıyla
bir 'seçimi' olarak sunar. Aksi halde, eğer dindarlık bir zorunluluk olsaydı,
dinlerin emrettiği hiçbir şey, ona körü körüne inananlar dışında meşru
olamazdı.
Kürtaj konusunda da annenin iradesine öncelik
vermeyen hiçbir yaklaşım inandırıcı olmayacaktır. Annenin günah işleme
özgürlüğünü öngörmediğiniz takdirde dini kullanarak despotik bir uygulama
üretirsiniz. Bu tartışmada 'özne' meselesi işin merkezindedir. Örneğin
geçenlerde 'Bedenin sekülerleştirilmesi' başlıklı yazısında Ali Bulaç
"Dayak yiyen kadın hukuka başvuruyor da, karnında öldürdüğü bebeği neden
hukuk korumasın?" diye soruyordu. Eğer hukuku kaçınılmaz bir üst otorite
olarak kabul ederseniz, bu soru gayet mantıklıdır. Ancak her hukuk insan
üretimidir ve dinden kaynaklananlar da insanların yorumuyla cisimleşirler.
Dolayısıyla mutlak doğruları ima eden bir 'hukuk' olmadığı gibi, eğer dinden
neşet eden böyle bir hukukun olduğu söylenecekse, o zaman da bunun sadece
dindarları ve üstelik belirli bir din yorumuna sahip dindarları bağlayacağını
baştan kabullenmek gerekir. Ama daha evrensel bir gerçeklik olarak, dayak yiyen
kadın 'eğer isterse' hukuka başvurmakta, yani kendi iradesiyle karar almakta.
Sadece kendi bedeni üzerinde değil, tüm sosyal ve psikolojik dünyası ile
birlikte kendi geleceği üzerinde hak sahibi olan bir özneden söz ediyoruz. Yani
ortada bir simetri bulunmuyor, çünkü kadınla eş düzeyli olarak
düşünebileceğimiz bir 'hukuk' öznesine sahip değiliz.
Bulaç, aynı yazıda "Dine göre düzenleme
'totalitarizm' oluyor da, pozitif-laikliğe göre düzenleme neden 'totalitarizm'
olmuyor?" diye de sormuştu ve son derece haklıydı. Gerçekten de laik
kesimde bu türden tek yanlı bir bakış mevcut. Aslında her ikisi de totaliter
olabildiği gibi, demokratik de olabilir... Önemli olan yapılacak düzenlemenin
ne denli tercihe olanak verdiği, kişilerin özgürlük alanlarını daraltıp
daraltmadığı, sonuca katlanan öznenin iradesine saygı gösterip göstermediğidir.
Eğer dinsel bir bağlamda konuşuyorsak, mesele yapılacak düzenlemenin dindara
günah işleme özgürlüğü tanımasıyla bire bir bağlantılıdır. Bu özgürlüğü
kısıtlayan her türlü düzenleme hangi ideolojiye dayanırsa dayansın gayrimeşru
olmaktan kurtulamaz.
Aslında Bulaç o yazıyı bir itirafla bitirmişti:
"Sorun, bedenin Allah'ın müdahalesi dışında tutulmak istenmesidir."
Allah'ın varlığı sorunsalını bir kenara koyalım, acaba hangi insanüstü
melekemiz bize Allah'ın müdahale etmek istediğini ve üstelik bizim o
müdahalenin ne olacağını bilebileceğimizi söylüyor? Dindarlar buna inanabilir
ama o zaman da kürtaj yasağını dindarlarla sınırlı tutmak meşru bir dinin
gereği olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder