Eski Hürriyet
başyazarı, CHP milletvekili Ekşi: Aptallığımdan aldatıldım…
Hazal Özvarış / Oktay Ekşi T24
Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki yayınlara da uzanan 14 Aralık operasyonu, mazi
muhasebesini birbirine karşıt mahalleler açısından karşımıza getirdi. Zaman
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, kimi haber ve yazılar
gerekçe gösterilerek gözaltına alındığında basın özgürlüğü elbette savunuldu,
ama Zaman'da geçmişte mağdur edilen insanlar hakkında yapılan yayınlar da
hatırlatıldı.
Gözaltına alınmadan
önce Dumanlı'yı Gülen cemaati medyasının amiral gemisi olan Zaman'da ziyaret
ederek sürpriz yapan "son başyazar" Oktay Ekşi için
de maziye seferler yapıldı, yapılıyor.
Oktay Ekşi, malum,
laik mahallenin en kalıcı, en simgesel figürlerinden.
19’unda stajyer olarak
Anadolu Ajansı’nda başladığı gazeteciliği bıraktığında, 78 yıllık ömrünün
yaklaşık yarısını Hürriyet’in başyazarı olarak geçirmişti.
İstikrarına rağmen,
Ekşi, ismi, tartışmalı yazılarla da anılan bir başyazar.
“Alçakları tanıyalım”
diyerek askerin Şemdin Sakık'a atfederek servis ettiği kurgulanmış ifadeye
dayanarak “PKK’dan para alan gazeteci, yazar ve işadamları olduğunu” da yazdı,
Meclis’e başörtülü geldiği için Merve Kavakçı’yı intihar
bombacısına da benzetti. Lince rağmen Magazin Gazetecileri Derneği gecesi
için Ahmet Kaya’yı hedef alarak “Kardeşsen kardeşliğini bil” derken
bazı yazarları, köşesinde “liberal geçinen faşist” diye anarak “ulusal
değerlere sahip çıkmamak”la suçladı.
En çok bu çıkışları
nedeniyle olsa gerek, Ekşi, kimi zaman askeri ve hükümetleri eleştirse de,
“rejimin teminatı” olarak görüldü. Diğer yandan Ekşi, gazeteciliği daha geniş
bir paranteze yayarak Basın Konseyi ve Dünya Basın Konseyleri Birliği’nin
kurucularından oldu. Ekşi’nin yalnız son üç yılda başkanı olmadığı Basın
Konseyi, refleksleri yer yer devletinkilerle paralel bulunsa da, meslek
ilkelerinin kabulü ve yaygınlaşması için Türkiye’nin basın tarihinde yer tutan
örgütlenmelerden biri oldu.
Oktay Ekşi, serüvenini
sadece gazetecilik çizgisi üzerinde izlediğimiz bir isim değil. Henüz 29
yaşındayken, 1961 Anayasası’nı hazırlamak için oluşturulan Kurucu Meclis’e
girmek için “Basın Temsilcisi” oylamasına aday oldu ve Kurucu Meclis’in en genç
üç üyesinden biri oldu. 1983’te Erdal İnönü’nün teklifiyle SODEP’in
kurucu üyesi oldu. Aynı sene SODEP’ten ayrılan Ekşi, Güneş ve Milliyet
gazetelerinde çalıştıktan sonra 2010’da AKP yönetimine yönelik kullandığı “analarını
satan zihniyet” ifadesini içeren yazısına kadar Hürriyet gazetesi
başyazarlığını sürdürdü. Ekşi, “yazısının sıkıntı yarattığını gördüğünü ve
profesyonel bedel ödemek için hazır olduğunu” söylediği Aydın Doğan’ın
“Beni rahatlatırsınız” demesi üzerine istifasını verdi ve iki ay sonra CHP’ye
katıldı. 2011’e gelindiğinde, Ekşi, bu kez en yaşlı üyesıfatıyla
Meclis’e geçici başkanlık yaptı.
Yazılarındaki üslubun
aksine yüz yüze ilişkilerde kaşlarını kolay çatmayan bir insan Oktay Ekşi.
Kamuoyuna yansıtmasa da cemaatle teması 14 Aralık’tan öncesini dayanan
Ekşi’ye Fethullah Gülen ile tanışıklığını, Zaman için
yaptıklarını Basın Konseyi Başkanı olarak Özgür Gündem için yapıp yapmadığını
ve kendisinin “günah” listesi olarak andığı yazılarını sormak için kapısını
çaldık. Zamanını ve sabrını esirgemeyen, ancak uzun mazisi nedeniyle soracak
soruların bitmediği Ekşi’nin T24’e verdiği cevaplar şöyle:
‘Ekrem o tarihte medya imamı gibi davrandı’
- Sizi Zaman gazetesine götüren ne oldu?
Beni hayrete düşüren,
gitmemin niye bu kadar ilgi çektiği. 1988’de Basın Konseyi’ni kurduğumuzda ilan
ettiğimiz temel ilkelerden biri, iletişim özgürlüğüne nerede, nasıl, kim
tarafından müdahale edilirse edilsin ona karşı çıkmaktı. Konsey olarak daha
önce sahip çıkılmamış gazetecilere her fırsatta sahip çıktık. Galiba meslek
dünyamız dahil kamuoyu, bu geçmişi dikkate almıyor. Ben 23 sene bu konseyin
başkanlığını yaptım.
- Basın Konseyi Başkanı olarak “medya imamı” dediğiniz Ekrem Dumanlı’ya
sahip çıkıyor oluşunuz insanları şaşırtmış olabilir mi?
O yazı, Basın Konseyi
Başkanı olarak değil, Hürriyet’in başyazarı olarak yazdığım bir yazıydı. O
tarihte Ekrem’in köşesinden vaaz veren tavrının böyle tanımlanması gerektiğine
hâlâ inanıyorum.(Ekşi, 2009’da haber için Muhsin Yazıcıoğlu’nun
helikopterinin düştüğü yere giden CHA muhabiri Lütfi Aykurt’un, dönüş yolunda
asker tarafından helikoptere alınmaması olayına tepkiden bahsediyor - T24) Bunu
söylememe rağmen bugün Ekrem’in yanına gitmeme şaşıranlar duygularıyla bakıyor.
- Zaman’a gitmeden Kılıçdaroğlu’ndan onay aldınız mı?
Ne alakası var, hiç
böyle bir şey olabilir mi?
- Dönüşünüzde bu bir sıkıntıya yol açtı mı veya ziyaretiniz parti içinde
tartışıldı mı?
Tartışılsın, terazi
çok.
- Ertesinde Fethullah Gülen ile telefon görüşmeniz oldu mu?
Aklıma bile gelmedi,
onun da aklına gelmemiştir.
- Dumanlı ve Hidayet Karaca’ya yapılanlar bir kenara konulduğunda, siz
cemaatin faaliyetlerini meşru buluyor musunuz?
Meşru olup olmadığı
yargının tartacağı bir şey. Gönül ister ki bağımsız bir yargı olsun, ben de
kararına inanayım. Ama bağımsız yargı dün de yoktu, bugün de yok.
- Oktay Ekşi’nin cemaatin faaliyetlerini nasıl değerlendirdiğini merak
ediyoruz.
Yayında, eğitimde
iddialılar; devlet kadrolarına girme konusundaki iştahlı faaliyetleri
düşündürtecek türden. İsmailağa veya diğer cemaatlerden farklı olduklarını
herkes gibi ben de görüyorum. Ama o faaliyetin meşruiyetten çıkıp çıkmadığını
elimde veri olmadığı için bilemem.
‘Gülen kasetinin montaj olduğuna inanmıyorum'
- Biz mi rast
gelmedik yoksa siz mi Gülen cemaati hakkında köşenizde kalem oynatmadınız?
Yazdım ama bugünkü
kadar aktüel hale gelmediği için ihtiyaç olduğu kadar yazmışımdır.
- 1997’den itibaren yazdıklarınıza baktığımızda bir yazınız dışında Gülen’e
veya cemaatine değindiğinizi görmedik, 1999’da Gülen’in ünlü montaj kaseti
yayımlandığında dahi.
Temmuz’un ilk
cumartesi günü, 1991’den beri kesintisiz olarak sürdürdüğümüz Mesudiye
Kurultayı öncesinde, Haziran sonlarında Mesudiye’ye giderim. Oradayken kaset
çıkmış, haberim yoktu çünkü gittiğimde ne yazı yazarım, ne gazete alırım.
- Döndüğünüzde
kıyametin koptuğunu görmeyecek kadar da izole bir konumda değilsiniz.
Her şeyin aktüel bir
değeri var. “10 gündür Mesudiye’deydim, başa alıyorum” gibi bir başyazı olmaz.
Ama çok sonra duydum ki o esnada yazmadığım için Gülen dünyasında lehime
değerlendirmeler olmuş, duyunca hayret ettim. Siz bugün mesela kaset montaj
diyorsunuz ama ben buna şahsen kani değilim.
‘Hürriyet’in başyazarı kamuya ‘Hocaefendi ile yemek yedim’ der mi?’
- Siz her ne kadar “Döndüğümde aktüel değildi” deseniz de Gülen’in yıllarca
birlikte anılacağı ve çok konuşulacak kaset hakkında yazmamış olmanızın sebebi,
Faruk Mercan’ın Gülen biyografisinde yer alan, “Ağustos, 1996’da Aysel Ekşi ile
icap ettiğiniz Gülen’in akşam yemeği daveti” olabilir mi?
O zamanlar cemaatin
eğitim seferberliği, gazetecileri gezdirme, GYV’nin Abant toplantıları gibi
faaliyetleri söz konusuydu. Bunlar kapsamında “Fethullah Hocaefendi’nin bir
yemeği var, katılır mısınız” denilerek iki kez davet edildim ancak katılmadım.
Üçüncüsünde, hem reddetmek kaba olacağı, hem Tufan Türenç’in “Abi
ben de gittim. Sen gazetecisin, onunla da yemek yersin, suçluyla da, devlet
başkanıyla da” sözleri aklıma yatınca, hem de eşim gitmekte sakınca görmeyince
gittik. Altunizade’de bir binaya, X-rey’den geçirilerek girdikten bir süre
sonra Hocaefendi geldi, Aysel elini uzatınca Hoca tereddüt etti. Aysel, “65
yaşında bir kadınım, elimi sıkmamanızı yadırgadım” deyince “Saygısızlıktan
değil, yetiştiğimiz terbiye nedeniyle” karşılığı verdi. Sofrada Prof. İlter
Turan, Mithat Bereket, Halit Refiğ ve eşleri de vardı. Yemek yedik,
sonrasındaki sohbet de off the record’du, sohbet ettik, ayrıldık.
- Gazeteciler, sohbetlerin tamamını olmasa da katıldıkları özel yemekleri
yazmaz mı?
Hürriyet’in başyazarı
“Hocaefendi ile yemek yedim” diye kamuoyunun karşısına mı çıkar? Olur mu öyle
şey! Beş gün önce Hidayet Karaca’ya gittim, kimsenin haberi oldu mu?
- Yazsanız ne olurdu?
O, Hürriyet
başyazarının karşısındakine fazla paye vermesi olur. Siz olsaydınız yazar
mıydınız?
- Yazar olarak o yemeğe gidildiyse görüşmenin kayda geçmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Tufan da, başkaları da
yazmadı.
- Gülen cemaati kadar etkili bir aktör hakkında kalem oynatmamak da “fazla
paye vermemek” için miydi?
Bu tartışma 2012’de
başladı biliyorsunuz, ben 2010’da ayrıldım.
- Bu ittifakı,
başta Zaman olmak üzere pek çok mecra dillendiriyordu.
O zamanki görüntü
nedeniyle “Fethullah Hocaefendi’nin şu kadar ülkede okulu var, oh oh ne kadar
iyi”, “Şöyle Türkçe öğretiyorlar, oh oh” diyen biri olmam gerekiyordu ki
yazayım.
- Aksi bir
tutum da söz konusu olamaz mıydı? Örneğin, sizce cemaat “cumhuriyetin temel
değeri” dediğiniz laikliğe karşı mı?
Bu grubun laik
cemiyete sempatiyle yaklaşacağını düşünmüyorum ama buna dair elimde bir şey
yok. Şu dakikaya kadar o konudaki boyutlarını ortaya çıkardıklarına kani
değilim.
- 1997’de Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarını
anarken şu cümleyi kuruyorsunuz: “Nurcular başta olmak üzere ‘laik cumhuriyet’e
karşı eğilim sahipleri, özellikle Adnan Menderes'i yere göğe
koyamadılar.”
10 bin yazı yazdım,
bunu hatırlayamadım ama ben her zaman anti-laik faaliyetlerin tehlike teşkil
ettiğini yazdım.
- Sizce Gülen cemaati cumhuriyete bir tehdit mi?
Suçlamalara,
iddianameye göre bana bir yer mi belirleyeceğiz? Ben gazeteci Ekrem Dumanlı’nın
katılmadığım görüşlerini özgürce ifade edebilmesi için oraya gittim.
Dumanlı’nın başka bir etkinliği var mı veya Hoca’yla bağı ona bir şeyler
yaptırmış olabilir mi bilemem ama olduğunu da zannetmiyorum. Ben herkesin
düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkının yanındayım.
‘Bombalandığında Özgür Gündem’e gitseymişim demiyorum’
- Özgür Gündem
bombalandığında gazetenin ofisine gitmiş miydiniz?
Özgür Gündem o tarihte
açık bir PKK propagandacısı bir yayın idi. Gidip de “Geçmiş olsun arkadaşlar”
dediğimi hatırlamıyorum. Ama Basın Konseyi olarak ve yazar olarak çok ciddi
tepki gösterdiğimi hatırlıyorum.
- Bugünkü Özgür Gündem sizce “PKK propagandası” yapmıyor mu?
Bir yayın organı…
Bilmiyorum, çünkü takip etmiyorum.
- Bakış
açınızdan yola çıkarak söyleyeceğiz; KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu
bugün gazetenin yazarları arasında. O zaman ile bugün arasındaki fark ne?
O zaman TSK ile PKK
arasında çok ciddi bir çatışma vardı. Bugün Türkiye ayrı bir konjonktürü
yaşıyor; devlet onlarla müzakere yapıyor.
- Devlet müzakere yapabildiği için mi fikriniz değişti?
Konjonktür değişti.
- Prensibiniz, devletin bir adım arkasında mı konumlandı?
Belki müstakil
değerlendirme size böyle düşündürüyor olabilir.
- Bugün baktığınızda “Keşke Zaman’a gittiğim gibi Özgür Gündem’e de
gitseydim” diyor musunuz?
Hayır. Genci, çocuğu,
kadını öldüren bir terör örgütü var, onun uzantıları var, onun sözcüsü olduğunu
iddia eden ve bu yüzden bombalanan bir yer var. Bu noktada gazeteci Oktay Ekşi
ne yapabilir? İfade özgürlüğüne şiddet kullanarak engel olunduysa buna tepki
gösterebilir. Bunu da yapmışım. Gidip sarılıp birlikte gözyaşı dökme beklentisi
var idiyse o fazla olurdu.
‘Anter Kürt ırkçısıydı, bunu yazmasa mıydım!’
- Bir savunmasında kabul ettiği günlüklerinde yazdığına göre, komutana “28
Şubat benzeri durum, diyorsunuz ama bu kez atılacak adım sonuç alıcı olmalı.
Süreye yayılınca görünen ortada” diyebilen Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan için
Silivri Cezaevi’ne gittiniz.
Balbay’ın anılarını
siz okumuşsunuz. Mustafa’nın komutanlarla yakın ilişkide olduğu bilinmeyen bir
şey değil ki. Uğur Mumcu da öyleydi. Beni ilgilendiren
Balbay’ın ifade özgürlüğünün kısıtlanmış olması. Ahmet Şık, Nedim
Şener, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Soner Yalçın’ı da
ziyaret ettim. Masum olduğuna inandığım kişilere insani destek vermek
düşüncesiyle paşalara da gittim. Madem incelediniz, değerlendirmenizin objektif
olabilmesi için ekleyeyim. Ape denilen Musa Anter’in öldürülmeden
önceki son yazısı benim “ne kadar alçak olduğum”la ilgiliydi. Ama onun
öldürülmesine sanıyorum en fazla tepki veren gazeteci ben oldum.
- Tepki koydunuz ancak tepki koyarken, 21 Eylül 1992 tarihli yazınızda şunu
söylemeyi ihmal etmediniz: “Her satırında kin dolu bir Kürt ırkçılığı
gördüğüm…”
Doğrudur, öyleydi
rahmetli. Yazmasa mıydım? Kendi dünyasında çok saygı görürdü ama acımasız bir
dili vardı.
- Böyle bir
ülkede Anter’e “Kürt ırkçısı” demek cinayeti meşrulaştırma zemini yaratmıyor
mu?
Zannetmiyorum, o sizin
değerlendirmeniz. O düşüncelerini ifade ederken ne kadar özgür hissediyorsa ben
de o hakkı kullanarak yazmışım.
‘’Faşist Oktay’ dediler ama cinayetlerin bittiğini görmediler’
- Ne kadar
eşittiniz; sizin tabirinizle, öldürülen “cumhuriyet değerlerine sahip”
gazetecilerle öldürülen Kürt gazeteciler arasında, başta sayıca, ciddi bir fark
yok mu?
Hasan Fehmi Bey’den
başlayarak, 1909’dan itibaren öldürülen gazeteciler 100’ü bulur. Onların içinde
1992’de, gazetelere yansıdığı kadarıyla 12 gazeteci öldürüldü. Hiç kimse
onlarla meşgul olmazken Turgut Kazan, ben ve Fikret İlkiz, Basın
Konseyi olarak Güneydoğu’ya gittik; gazetecilerle, mağdurlarla görüştük.
12 gazeteciden 9’unun JİTEM türü yapılanmalarca öldürüldüğü kanaatine vardık.
3’ü hakkında netleşemediğimizi belirttik. Raporun objektif olması için Bölge
Valisi Ünal Erkan’ın da düşüncesini alınca “faşist Oktay” olduk.
Halbuki ben Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI), New York’a yani Gazetecileri
Koruma Komitesi’ne (CPJ) telefon ettim. Buraya inceleme için geldiler. Hem IPI,
hem CPJ tepkilerini koydular ve öldürmeler bitti. Bunu kimse görmedi.
- Fotoğrafı
eksik vermemek adına Kürt gazetecilerin öldürülmesi hakkında “Ama
onlar militan” diyebilen Demirel’i köşenizde eleştirdiğinizi de ekleyelim. Ve
Ferda Çetin’in Nuçe TV Yayın Koordinatörü’yken Tuğçe Tatari’ye söylediklerini
aktaralım:
“Bombalama olayından çok kısa bir süre sonra Çiller’in İçişleri
Bakanlığı’na, jandarmaya ve istihbarata yazdığı ‘gizli belge’ elimize
geçti. Belgede ‘Özgür Ülke gazetesinin bölücü yayınları hukuki yollarla etkisiz
kılınması uzun zaman alıyor, hızlı bir şekilde bertaraf edilmesi’ isteniyor. O
belge elimize geçince Oktay Ekşi’ye gönderdim. O günlerde Basın Konseyi
Başkanı’ydı. Baktım hiç ses çıkmıyor, başladım aramaya. En sonunda telefonuma
çıktı. ‘Belgeyi gördünüz mü?’ diye sordum ‘Evet kardeşim ne varmış o belgede’
dedi. ‘O belgeden çok kısa bir süre sonra gazetemiz bombalandı biliyorsunuz’
deyince ‘Ben okudum, o belgede bombalayın yazmıyor’ diye cevap verdi. Belge 27
Kasım tarihli, bizim gazete 3 Aralık’ta bombalandı.”
Benim için tamamen
yeni şeylerden bahsediyorsunuz. Bu arkadaş bunu galiba sallamış.
- Siz hatırlamıyor olabilir misiniz?
Kaç sene geçmiş,
mümkün ama bu arkadaş rüyasını paylaşmış gibi geliyor. “O belgede bombalayın
yazmıyor” demek yapıma aykırı. Muhtemelen Basın Konseyi olarak da ertesinde
bildiri yayımlamışızdır.
‘Hapisteki gazetecilerin’ sayıları neden uyuşmadı?
- Hakkınızdaki bu alıntı da Umur Talu’nun Ekim, 2012 tarihli bir
yazısından:
“Şimdi Ekşi’nin (bu kez haklı olarak) iktidara vurduğu hususlar, yine Ekşi
tarafından ‘hapisteki gazeteci sıfatlı kişiler’ vurgusuyla söylendi: Nisan 98’de
(CPJ, hapiste 29 gazeteciyle Türkiye’yi birinci gösterince): ‘Gerçekleri
yansıtmıyor. Türkiye dünyada en fazla gazeteci hapseden ülke değil. Gazetecilik
işlevi nedeniyle 11 kişi hapiste. Sadece Beşikçi fikirleri yüzünden. Diğer 10’u
ceza hak ediyor ama hapis değil. 18’ininki ise gazetecilikle ilgisiz.’ Ekşi’nin
CPJ muhalefeti, 1998, 1999, 2000 raporlarını sansürle, şöyle sözlerle sürdü:
’31 kişiden sadece biri hapiste gazeteci sayılabilir. Gerisi yasadışı örgüte
üyelik, yardım, yataklık iddia ya da hükümleri.’” Talu’nun belirttiği gibi,
“Onlar gazeteciler değil, terörist” diyen Erdoğan’ın söylemini görünce
“Geçmişte öyle yapmamalıydık” diyor musunuz?
Hayır, demiyorum.
Bakın, 1997’de Hasan Cemal beni aradı, “CPJ’den bir heyet
gelecek, Türkiye’deki hapisteki gazetecilere sahip çıkmak istiyorlar” dedi.
Onlar yetkililerle görüşmek üzere geldiklerinde, ellerindeki 78 sayısının doğru
olmadığını düşündüğümü kendilerine söyledim. Bu konu üzerinde Türkiye’deki
meslek kuruluşları değil de CPJ’in rapor hazırlamasından rahatsızlık duydum.
Nitekim sonraki yıllarda tek tek olayları inceleyerek kendim rapor hazırladım.
CPJ heyetiyle Ankara’da adalet bakanını, başbakanı ve cumhurbaşkanını ziyaret
ettik. Mesut Yılmaz bizi ciddiyetle dinledi, sonra sözünü
tuttu. Sorumlu yazı işleri müdür sıfatı taşıyanların affını sağlayacak yasa
çıktı.
Rapor çalışmalarım
2006’ya kadar devam etti. Adalet Bakanı’ndan içeride bulunan, kimliği gazeteci
görünen kim varsa dosyalarını yollamasını istedim. İçeridekilerin yakınlarına
ve avukatlarına da, dosyaya dair bildiklerini paylaşmaları için çağrı yaptım.
Ve dosyaları üç kategoriye ayırdım: 1- Olay açıkça gazetecilikle ilgili değil,
2- Gri alan: Gazetecilikle ilgili görünüyor, iddia suçlayıcı; örneğin muhabirin
çekmecesinde belge çıkıyor. Bu bana göre normal, polise göre suç, 3- Gazeteci.
Raporu açıklarken de
1-Bu ilgi alanımızda değil, 2-Bunda resim net değil, 3- Gazeteci olarak
ayırdık. Umur’un dediği doğrudur, CPJ’inkilerden düşük çıktı bizim sayılar.
Benim dikkatimi çeken şu oldu: Bir gerçek ortaya çıksın diye iki ayımı verirken
medya, buna Hürriyet de dahil, hiç bir gazete veya TV ilgi göstermedi.
İlgisizliğin yanı sıra bakanlığın verdiği son belgeler de eksik çıkınca 2006’da
bunu yapmayı bıraktım.
- Örneğin, molotof atmayıp da gri alanda bıraktığınız gazeteciler neyle
suçlanıyorlardı? Yayın içeriği de bu suçlamalara dahilse Oktay Ekşi olarak
karşı çıktığınız fikirlerin sahiplerini de gri alanda bırakmış olabilir
misiniz?
Alakası yok! Ape’yi
anlattım. Açık bir örnek… İnsanların görüşlerine katılmayabilirim ama
görüşlerini açıklama hakkını savunurum.
‘Ahmet Kaya o yazıyı hak etti, pişman değilim’
- Ahmet Kaya’nın sahnede söyledikleri yüzünden linç edildiği gün konuşma
hakkını savunmadınız.
Ben Ahmet Kaya’nın
konuşmasının içeriğini eleştirdim, konuşma hakkını değil.
- İçeriğini eleştirirken söyledikleriniz şu oldu: “İnsanlar eğlenmeye
gelmişken bu söylenir mi”, “Amacı tahrik etmek”…
O yazı benim “büyük
günahlarım”dan biridir.
- Günah olarak görüyor musunuz yazınızı?
Hayır, hiç. Ahmet Kaya
sonradan kahramanlaştırıldı. Kaya’nın o gün verdiği resim benim yazdıklarımı
hak eden bir resim idi. Bundan dolayı da hiçbir üzüntüm veya pişmanlığım yok.
- Musa Anter’e “Kürt ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için “insan olarak
hiçbir ‘artı'sı olmadığı fizyonomisinden akan bir tip”, “yaratık”, “türkücü
olmasaydı bar fedaisi olurdu” deyince neden “Türk ırkçısı” olmuyorsunuz?
O yazı çok
eleştirilince dönüp baktım. Ahmet Kaya’nın adı bile geçmiyor o yazıda.
- Yazınızı böyle mi savunuyorsunuz?
Hayır, şunu
söylüyorum: O yazıyı herkes Ahmet Kaya’ya yamadı. Ben de “değildir” demiyorum.
- Ve?
Dediklerimde kararlı
ve ısrarlıyım, Ahmet Kaya o yazıyı hak etmişti. O konjonktürde yapılanlara
itiraz etmeyenler birileri Ahmet Kaya’yı kahramanlaştırınca, o yazı Ekşi’yi
lanetlemenin aracı haline geldi. O zaman nerdeydiler?
- Kimseyi savunur bir konumda değilim, size sorum şu: Musa Anter’e “Kürt
ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için bu sözleri sarf ederken neden ırkçı
sayılmıyorsunuz?
Tavrı oydu… Çok zaman
oldu; şu anda neyi, neden söylediğim bağlamını hatırlamıyorum.
- “Tavrı” dediğiniz nedir? Kürtçe klibi yayınlayacak bir televizyon kanalı
aradığını söylemesi mi? Size burada problemli gelen ne?
Kürtçe klibi
eleştirdiğimi söylüyorsanız yanılıyorsunuz, ben o yazıda tavrı eleştirmişim.
‘Nerede linç edilmiş Ahmet Kaya?’
- Kaya’yı “medeni” olmamakla, “aklının erip ermediği belli olmamak”la itham
ediyorsunuz. Eleştirinin ötesine geçip aşağılamaya evrilebilecek tehlikeli
kelimeleri Hürriyet’in başyazarı olarak kullanıyorsunuz.
Size göre öyleymiş.
Yazı yazma stilimi mi eleştiriyorsunuz?
- Ahmet Kaya’nın bu düşüncelerini Magazin Gazetecileri Derneği’nin
düzenlediği bir gecede söylemesi sizce neden sorun?
O zaman yanlış
bulmuşum. O bir şey söylemiş, ben de yanlış demişim. Bugün de söylediklerimi
doğru buluyorum.
- O yazıda “İkincisi ‘hoş vakit geçirmek’ için geldiklerini bile bile bu
sözleri söylemenin oradaki insanları tahrik edip olay çıkarmaktan başka bir
amacı olabilir mi” diyorsunuz. Ahmet Kaya’nın kendisini linç ettirdiğini mi
savunuyorsunuz?
Hayır, öyle bir iddiam
yok. Makaleyi beğenmeyebilirsiniz, haksızlık olarak da görebilirsiniz buna
saygım var ama “Bunu niye böyle dedin de böyle demedin” dediğinizde anlamakta
zorlanıyorum. “Bunun daha iyisi olmaz mı?”, olabilir. “Beethoven daha iyi
besteleyemez miydi?”, besteleyebilirdi. Ne yapalım, gerçek bu!
- Şu an bir gazeteciyle konuşuyorum ve Akit’in yayın koordinatörüne
Ermeniler için kullandığı ifadeleri sorduğum gibi şimdi de size, sizin
kullandığınız ifadeleri soruyorum. Özellikle Ahmet Kaya linç edilirken “Bu
yaratık kardeş ise kardeşliğini bilmekle yükümlüdür” diyebildiğiniz
için.
Nerede linç edilmiş
Ahmet Kaya? Maalesef Paris’te vefat etti.
- Magazin Gazetecileri Derneği’nde sözleri ardından marş okunması, üstüne
çatalların fırlatılması sizce…
Orada olaylar
yaşanmış, bitmiş. Ben yazdım diye o olaylar olmadı. Aksi olmuş gibi
soruyorsunuz. Ben yaşananı önemli bir olay olarak görmüşüm ve sütunuma almışım.
Olan bu. Şimdi gelip “O cümleyi neden öyle kurdunuz?…”
Yazı işlerine gelen haberin sağlığı tartışılmaz mı?
- Siz “Yaratık kardeşliğini bilmekle yükümlü” diyerek Ahmet Kaya’yı
karşınıza alıp kendinizi onu yargılama pozisyonuna koyuyorsunuz, ötesine
geçerek henüz dava sonuçlanmamışken Kaya’nın “PKK’ya para toplamak için konser
verdiği” hükmünü veriyorsunuz.
Eldeki bilgi oymuş.
- Açabilir misiniz?
Bilgi yazı işlerine
geldiği zaman o habere olgunlaşmış gözüyle bakarsınız. Muhabir elinden geleni
yapmıştır, istihbarat şefi habere bakmıştır ve redaktör gözden geçirmiştir.
Gazetenin başyazarı bir habere dair özel olarak yazı işleri müdürüne şunu
söyleyebilir: “Bunu gözüm tutmadı, üzerinde durulsa.” Ama o haberin sağlığını
tartışmaz, tartışırsa tüm o mekanizmaya saygısızlık olur. Hayatım boyunca bunu
yapmadım, hiçbir haberime de böyle muamele yapılmasına razı olmadım. Ahmet Kaya
hakkında da yazı işlerine gelmiş bilgiye dayanarak yazıyorum.
- Yargı sonuçlanmadan, önünüze gelen bilginin mutlak olduğunu mu
düşünürsünüz?
O bilgi mutlak
değildir ama ona dayanmaya mecburum, gazeteci erişebildiği gerçeklerle
kayıtlıdır.
- Yazar, elinde olmayan bilgileri de düşünerek olaya temkinle yaklaşmaz mı?
Bu herhalde
gazetecilik dünyamıza yeni gelmiş bir uygulama. Sizin kuşak bunu getirdiyse
mutluluk duyarım. Ama gazeteci nihai gerçeği ortaya çıkaran değildir, daha
sonra çıkan bilgiler nedeniyle o tarihte yazdıkları gerçeğe uygun çıkmayınca
gazeteciyi mahkûm edemezsin.
- Ahmet Kaya’dan bağımsız olarak soracağız; köşenizde mesafe koymadan itham
ettiğiniz bir kişi hakkında yanıldığınızı söylemek gazetecinin borcu değil mi?
Size şunu anlatayım.
Mayıs, 1983’te Hürriyet başyazarlığından ayrılarak SODEP’in kurucuları arasına
girdim. Washington muhabirimizin haberine dayanarak Büyükelçi Şükrü
Elekdağhakkında ağır eleştiriler içeren yazım hakkında bir süre sonra bir
mektup geldi. Elekdağ, mektupta “Ben böyle bir şey yapmadım” diyordu.
Dediklerine hak verdim ama artık sütunum yoktu. Başka bir gün, Alman bir
vakfının organize ettiği bir sempozyuma katılmak için gittiğim Almanya’da,
tanınmış hukuk hocasıHüseyin Hatemi, “Bana çok büyük bir haksızlık
yaptınız” dedi; “Beni terörist ilan ettiniz. Doğrusu neden söz ettiğini
anlamadım. Dönünce verdiği tarihe baktım. Humeyni tarafından
Türkiye’ye ‘adam öldürsün’ diye gönderilenlerden birinin ismi de meğer Hüseyin
Hatemi’ymiş. Onu yazmışım ama bu yazı Hatemi Hoca’nın başına iş açmış. Fırsat
bulunca bunların ikisini denk getirerek “Bu işi yapıyoruz ama tüm iyi niyete
rağmen hata yapabiliyoruz” dedim, bu iki örneği verdim ve özür diledim.
‘Aptallığımdan aldatıldım, daha akıllı olsam…’
- Önünüze gelen bilgiyi, devlet makamına geçmeden önce süzgeçten ne kadar
geçirdiğinizi sormadan önce kısa aralıklar ile geri adım attığınız birkaç
örnek:
1- Ağustos, 1992 Şırnak Katliamı hakkında 20 Ağustos 92’de “Martta PKK
bozguna uğratıldığından beri Şırnak Güneydoğu’nun en sakin ve huzurlu
yerlerinden biri oldu.(…) Şırnak Emniyet Müdürü istediklerinde kahvede tavla
oynayabildiklerini söyledi” diyorsunuz ve kamu görevlilerinden alıntıyla “PKK
baskını intikam ve prestij baskını” dedikten sonra “Devlet Şırnak’ta PKK’ya
yeni bir ders daha vermeli” ifadesini kullanıyorsunuz. 24’ünde, gazetelerde
katliama dair sorular çıkmaya başladıktan sonra “500-1000 PKK’lı olduğunu
söylemiştiniz, hani neredeler” diye soruyorsunuz.
Elime gelen bilgi o
koşullarda inandırıcı geldiyse ona dayalı yazabilirim.
- Devlet size inandırıcı gelecek bilgi yaratamaz mı?
Olabilir, Irak’ta
kitlesel imha silahlarını yokken var ettiler, devletlerin böyle marifetleri
var.
- Örneklere devam edeceğiz:
2- Ferda Balancar ve Alper Görmüş’ün yazılarından alıntıyla: Umut
operasyonunun başlatılmasından (6 Mayıs 2000) 10 gün sonra kaleme aldığınız
satırlar: “(...) O nedenle Ahmet Taner Kışlalı’nın kızları Altunay ile
Dolunay’ın dünkü çağrıları dikkate alınmalı - katiller Türkiye’ye teslim
edilmez veya tarafsız bir mahkemede yargılanmalarına İran izin vermezse - bu
konu bireysel sorumluluk bazında değil İran devletinin sorumluluğu bazında
değerlendirilmelidir.” 10 Mayıs 2000 tarihli yazınızın başlığı ise ‘Bu Savcıyı
Kim Tayin Etti?’, girişinde Mumcu cinayetinin yine aydınlatılamadığı belirten
bir cümle yer alıyor.”
3- Andıç: Nisan, 1998’de “PKK’nın uşağı yazar ve gazeteciler var” dediğiniz
ve “Sıra kulaklarından tutup adalete gönderilmelerine veya kamuoyuna teşhir
edilmelerine geldi” sözleriyle bitirdiğiniz “Alçakları tanıyalım” yazınız.
Hedef gösterilen Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand’a yapılanlar ve Akın Birdal’a
suikast girişiminden sonra, Şemdin Sakık o ifadesinin kurgu olduğunu söyleyince
özür dilediniz.
Keşke Aydın Bey’e
söyleseydiniz, o kadar çalıştırmazdı beni.(Gülüyor)
- Siz bu yazdıklarınızı hata olarak görüyor musunuz?
Aslında sizin bana ne
sorduğunuzu anlayamıyorum. Ama aradan yıllar geçtikten sonra bir yazımdan
cımbızla aldığınız bir cümleyi soruyorsunuz. Ben de hatırlamıyorum. İnşallah
siz de en az 10 bin yazı yazarsanız ve yazdıktan sonra karşınıza sizin gibi
genç gazeteci gelir ve size 22 sene önce yazdığınız yazının a harfinin neden b
olmadığını sorar. “Hata ettiğim zaman bunu itiraf ettiğime örnek veriyorum,
neden hatanızdan çabuk döndün, diyorsunuz. Dönmesem, neden hatanızdan
dönmüyorsunuz sorusu çıkıyor!
- Şekilden ziyade merakımız, benzer hatalarınıza rağmen kendinize “Dikkat”
demek yerine neden önünüze gelen bilgiye güvenmeye devam ettiğiniz.
Kusura bakmayın! Benim
hayattan aldığım ders bu kadarmış.
- Şu an yaptığımız sizi inciten bir sorgulama mı?
Hayır, başta sorma
hakkınıza saygı duyduğumu söyledim. Bakın bu verdiğiniz örnekleri ben hata
olarak kabul etmiyorum. Eğer yanlışımı iki gün sonra fark ettim ve yazdımsa
bence okuyucuya “İki gün önce şu değerlendirmeyi yaptım, o zaman böyle okudun
ama belli ki aldanmışım, aldatılmışım” diyerek doğru bir iş yapmışım.
- Sorgulamaya çalıştığımız “Aldatılmışım” diyerek geçtiğiniz edilgen
pozisyon. Neden birileri sizi aldatabiliyor?
Aptallığımdan.
- Estağfurullah.
Daha nasıl
açıklayacağız ki, daha akıllı olsam aldatılmazdım. Ben o zaman gerçeği öğrenme
adına bir şeyler yapmışım. Becermişim, becerememişim, yanlış insana sormuşum,
doğru insana sormuşum, ama bir hata yapmışım. Sonra da bir değerlendirme sonucu
o yazı çıkmış. Hata olduğunu fark edince de bunu söylemişim. Şimdi 20 sene
sonra hangi lokantada, hangi yemeği yerken ağzınızın tadının böyle olduğunu
soruyorsunuz. Sorunuzu dahi anlayamadım.
‘Hiçbir devlet babayiğidi bana talimat verecek cesarete sahip değil’
- Kaynaklarınız genellikle devlet miydi?
Hayır. Ne alakası var?
Sorunuz “Asker talimat verir, bunlar yazar”, “postalcı” gibi iğrenç iddiaların
uzantısı gibi geldi.
- Devletin içine askeri de sokuyoruz ama daha fazlasını kapsıyor.
Hiçbir devlet
babayiğidi bana talimat verecek cesarete dahi sahip değil. Kimse bir tane örnek
gösteremez! Örneğiniz varsa okuyucunun önüne koyun.
- “Talimat” köşeleri keskin bir ifade, ama biraz önce “Yanıltılmışım”,
HaberTürk’te katıldığınız bir programda da 28 Şubat dönemi için “Kullanılmışım”
dediniz.
Aktüel dergisi bu
ifadeyi “Biz maşa gibi kullanılabilen mahlukatız” gibi yayımladığı için davalık
oldu ve tazminata mahkum oldu. Böyle bir şey mümkün değil. Gazeteci gerçeğe
bağlılık esasına dayalı olarak elinden gelen her şeyi yapmalı. O sırada seni
aldatan olabilir. Sana düşen onu olabildiğince sıfıra
yaklaştırmaktır.
- Elinizden geleni yaptığınız konusunda içiniz rahat mı?
Tabii. Hepsinde o
itinayı gösterdiğimi düşünürüm, belli ilkeler içinde. İlkelerden kastım,
“Muhabir arkadaşım görevini yapmıştır, haberi doğru bir şekilde masaya
getirmiştir.”
"'Andıç' haberinin doğruluğundan kuşkulanmadık"
- Andıç’ta masaya haberi getiren muhabir miydi?
Yazı işlerine gelmiş
haber, tekrar ediyorum, benim için doğrudur. ‘Doğru mu değil mi?” diye
sorgulama hakkında sahip değilim. Önüme “Şemdin Sakık ifadesinde gazeteciler,
işadamları PKK’ya yardım ediyor” diyen haber gelmiş. Bu haberin yanlış
olabileceğine dair aramızda hiçbir konuşma geçmedi. Geçmesi için de sebep yok
çünkü zaten belli ki resmi kaynaktan - yani savcı, emniyet, hakim, her neyse -
gelebilir bu bilgi, yoksa gelemez. Ortada o dediğiniz türden isim yok, cisim
yok, bir suçlama var, ben de diyorum ki “Bu alçakları tanıyalım.”
- Faili meçhuller işleyebileceğini köşenizde sorgularken devletin resmi
makamlarının verdiği bilgiye soru işaretiyle bakmadınız.
Hiçbir devlet temiz
değil, bizimki dahil. Ama samimiyetle söylüyorum, gelmiş bilgi doğru olduğuna
inandığım bir bilgiydi.
- Gazetecilik deneyiminiz süresince devletten gelen bilgilere bakışınız
nasıl evrildi?
Ben her zaman kuşku
duyanlardan biriyim. Ama tekrar ediyorum, masaya gelmiş bilgi benim için
doğrudur.
- Devlet tufaya düşürmeye çalışırken bu dediğiniz “bile bile lades” değil
mi?
Benim aptallığıma
verin. (Gülüyor.)
- Bunu yineleyerek top gelirken yana kaçmış olmuyor musunuz?
Size daha ne diyeyim?
Elimdeki verilere dayanarak değerlendirme yapmışım. Hatalı değerlendirme
derseniz, teşekkür ederim, hak verirsem özür dilerim.
- Mehmet Barlas’ın bile kovulduğu bir medyada hiç kovulmamış olmayı siz
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Barlas’ın
meslek ve kişilik çizgisinde ne olduğunu takip etme gibi bir merakım olmadı.
- Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten ayrılması ardından kaleme aldığınız 19
Ağustos 2007 tarihli yazınızdan: “(…) ne Emin Çölaşan’a, ne bana ne de başka
bir yazara baskı yahut yönlendirme söz konusudur. Buna karşılık biz de ‘ertesi
gün kovulmayı’ göze almadan yazı yazmayız. Profesyonel kalitemizi -o her ne
ise- bu cesaret belli düzeyde tutar.” En kovulmamış yazarlardan biri olarak…
Keşke kovulsaydın mı
diyorsunuz? (Gülüyor) Demek ki kovacak kadar yetenekli
bulmamışlar beni. Bakın ben, kendi hesabıma işimi tüm meslek yaşamım boyunca
samimiyetle ve doğru biçimde yaptığımı düşünüyorum.
- İstifanız saydığımız örneklerde değil, “analarını satan zihniyet”
ifadeniz ardından geldi. Şu yorumu yapan birine ne dersiniz: “Hürriyet’teki işinizden
örneğin Kürtlere dokununca değil ama iktidara dokununca olursunuz”?
Öyle bir değerlendirme
yapan varsa yapsın, ben yapmam.
- “Vay şerefsiz” başlığı atmanın, bir Kürt siyasetçiye atılan yumruğu
“adaletin tokmağı” olarak yazmanın sizce bedeli olmamalı mı?
Biri bu başlıktan
rahatsız olursa, Basın Konseyi’ne gider, “Bence etik değil, şikayetçiyim” der
ve o merci bunu değerlendirir, hak verilirse “Kusur var, kınamak lazım”
denilir.
‘Özerklik Şartı’nı CHP hayata geçirirse…’
- Nuriye Akman’a 2011’de verdiğiniz söyleşide CHP’nin seçim beyannamesiyle
çok örtüştüğünü söylüyorsunuz. Avrupa Konseyi’nin imzaya açtığı Yerel
Yönetimler Özerklik Şartnamesi hakkındaki çekincelerin kaldırılması maddesine
katılıyor musunuz?
Bu beyanda beni
rahatsız eden bir şey yok.
- 18 Ocak 2007’de DTP’ye yönelik şu ifadeleri kullanıyorsunuz:
“Yerinden yönetim" mi istiyorsunuz? O zaman, yerel yönetimlerin bu ülkeyi
bölmeye değil, bütünlüğünü korumaya çalışacağını nasıl garanti ediyorsunuz?
Sadece Türkiye devletinin değil, uluslararası camianın da ‘terör örgütü’ dediği
PKK’ya mensup kişilere hizmet sunan belediye başkanlarına bir kere olsun
‘Yaptığınız yanlıştır’ dediniz mi ki, şimdi ipin ucu onlara teslim edilsin
istiyorsunuz?” Özerkliğe yönelik bakışınız değişti mi?
Orada duyarlılığım
belli, parçalanmayı önleyecek garanti veriyor musunuz diyorum.
- Garanti arayışınız sonlandı mı?
CHP’nin Türkiye’nin
üniter devlet yapısını bölme politikası olduğuna ilişkin bir düşüncem olsa
orada bulunmam.
- Ne istendiğini değil, bunu kimin dillendirdiği mi önemli sizin için?
Öyle, DTP’nin mazisine
bakıp kuşku duymuşum ki bunu söylüyorum. Avrupa Yerel Özerklik Şartı’nı CHP
hayata geçirirse bu Türkiye’nin üniter yapısını bozacak bir sonuç vermez. Bu
güvene sahibim.
‘Ajitasyon aracı olmasaydı üniversitede türbanı savunurdum’
- Oktay Ekşi’nin başörtüsüne bakışı yıllar içinde değişti mi?
Başörtüsü değil de
türban meselesi. Bu, Türkiye’de bir ajitasyon aracı olarak kullanılmasaydı
benim yazarlıktaki tavrım daha yumuşak olurdu. Üniversitelerde türbanın serbestçe
kullanılmasını açıkça savunurdum.
- TESEV’in 2010 tarihli “Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık” raporunda bir
kadın sizin Necla Arat’la ikna odasına girdiğinizi söyledi. Bu doğru mu?
O garip yalan
söylediğini sonra kabul etti. Ben ne üniversiteye girdim, ne ikna odası gördüm.
Ayrıca oradaki Necla Arat ismi de doğru değil, Nur Serter’le
karıştırıyor. A’dan Z’ye yalan bu.
- Siz ikna odalarına karşı mısınız?
Nur Seter’in
açıklaması şöyle: “Ben o çocukların eğitimden mahrum kalmamaları için mülakatım
oldu.” İyi niyetli de olsa, bence hiç yapmasa daha iyi olurdu. Oktay Ekşi’nin
“Alçakları tanıyalım” yazısı gibi, ikna odaları da ikide bir Nur Serter’in
önüne çıktı.
Bakın, türban
meselesini 200 yıllık çağdaş Türkiye modeline karşıtlık aracı olarak
kullandılar. Şimdi de devlet memurları arasında serbest bırakıldı, 18 yaş
altındaki kesime belli bir giyim empoze ediliyor. Ben bunlara karşıyım.
‘Türbanlı vekillere Kavakçı’ya baktığım gibi bakmıyorum’
- Meclis’te başörtülü kadınların varlığı için ne düşünüyorsunuz?
Mesele yapmıyorum
dersem daha doğru olur.
- “Merve olayı, devlete yönelik bireysel bir başkaldırı teşebbüsü ile kendi
temel felsefesinden ve kimliğinden fedakârlık yapmamaya kararlı olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti arasındaki son raundu bekliyor. Merve kızımız, kiminle dans
ettiğini o zaman öğrenecek” dediğiniz günlerden farklı mı düşünüyorsunuz yoksa
aynı duygulara kapılarak mı bakıyorsunuz başörtülü vekillere?
Çağdaş Türkiye’ye
karşıt bir mesaj verdiklerini düşünüyorum. Ama Merve Kavakçı’ya o günlerde
duyduğum antipatiyle mi bakıyorum bugün diye sorarsanız tabii öyle bakmıyorum.
Konjonktür değişince elbet bakışlarınız da değişiyor, oraya demir atmıyoruz.
Ama Merve olayında militan bir tavır vardı. Leyla Zana’ya da tepki
gösterdim ben.
- Söyleşiyi okudukça oluşabilecek Kürtler ve din konularına yaklaşımınızın
devletin bakışıyla örtüştüğü…
Sizin HDP’ye yakın bir
bakışınız mı var?
- Soruları bir kategoriye mi sokmak istiyorsunuz?
Hayır, size özel bir
soru sordum.
- Cevap vermemeyi tercih ediyorum.
Buyrun sizi
dinliyorum.
‘Devlet talep etmek Kürtlerin hakkı’
- Bahsettiğimiz algıya karşı resmi söylem ile hangi noktalarda
ayrıldığınızı söyler misiniz?
1920’lerden 2003’e
kadarki dönem ile AKP dönemi söylemi 180 derece farklı, hangisinden
bahsediyorsunuz.
- Ağırlıklı olarak ilk dönemi kast etsek de, 1915’e, yeri geldiğinde
Kürtlere bakış gibi AKP’yi de zaman zaman kapsayan söylemden
bahsediyoruz.
Her devlet gibi
Türkiye’nin de kendi koruma içgüdüsünden kaynaklanan refleksleri vardır. Bunlar
söz konusu olduğunda dün, bugün, muhtemelen yarın da aynı tür tepkilerle
karşılaşacaksınız. Somut örnek vereyim; 1915 Nisanı’nda yaşanan olay, yani
Ermeni aydınlarını bir gece evinden toplayıp götürerek infaz etmek bir devlet
için son derece ayıp bir olaydır. Bunu savunan birisi değilim, yapanları sonuna
kadar lanetleyelim. Ama olaylar bundan ibaret değil, 1894’ten itibaren
devletine karşı çıkmış silahlı isyanlar da var. Benim şahsi kanaatim bunun bir
mukatele yani karşılıklı öldürme olduğu.
Turgut Özal’a, başbakanken çıktığımız Göcek Körfezi gezisinde “Katılır mısınız”
diyerek “Bu olay Osmanlı döneminin olayı, neden biz savunmak mecburiyetinde
kalıyoruz ve soykırım mı, değil mi kavgası veriyoruz” diye sordum. “Haklısınız”
deyince “Ben bunu size atfen yazabilirim” diye sordum, olumlu yanıt alınca da
yazdım. İki gün geçmedi, Kenan Evren Özal’ı Köşk’e çağırdı ve Özal çıkışta
benim yazdığım sözlerini kastederek “Bu da nereden çıktı, biz hükümet
olarak böyle bir kanaate sahip değiliz. Biz ‘soykırım yok’ diyoruz” dedi.
Öteki meselelerde de
kimseyle uyuşmak gibi bir derdim yok. Ama devletin önemini bilirim. Ne güzeldir
Kanuni Sultan Süleyman’ın şu dizeleri “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet
gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Devletin olmadığı yerde
milletin neye döndüğünü Irak’ta
görüyorsunuz.
- O zaman “Kürtlerin de devleti olmalı” diyor musunuz?
Bunu talep etmek
hakları. Bunun yeri var, yeri yok. Dünyada 5 bin lisan konuşuluyor, hepsinin
devlet olma şansı veya imkanı yok. Yine de bunu isteyenlere bunu meşruiyet
çizgisi içinde yapmaları şartıyla saygı duyarım. Onu gerçekleştirme çabaları
meşruiyet dışında bir çizgiye kayarsa “Kusura bakma” diyenlerden biri
olurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder