1 Ekim 2012

Sol'un demokratlığı,AKP'nin Demokratlığı,Liberallerin Demokratlığı

Demokratlık I
Demokratlık II
Demokratlık III
Etyen Mahçupyan  25/09/2012  Küyerel / Zaman
Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren, modernliğin sıkışması ve çözüm üretme kapasitesinin daralması ile birlikte demokratlık popüler hale geldi. Herkes kendisini demokrat olarak görmeye, karşısındakileri demokratlığa davet etmeye başladı.
Ama bu durum söz konusu kişilerin demokrat oldukları anlamına gelmiyordu... Çünkü zihniyetler bizim kendimizi nasıl gördüğümüzle ve niyetimizle değil, başkalarının bizi nasıl algıladığıyla, dolayısıyla davranışlarımızla alakalıdır. Sanıldığının aksine 'demokrat fikirler' yoktur. Fikirlerin nasıl bir zihniyet içinde savunulduğu belirleyici olur ve başkalarında belirli bir algı oluşturur. Buna paralel olarak, zihniyetler somut görüşleri tetiklemezler, ama davranışın ima ettiği ilkesel bir bakışı yansıtırlar. Örneğin idam cezasına taraftar olmak veya olmamak bir zihniyeti ifade etmez. Oysa bu taraftarlığı 'nasıl' ve 'niçin' yaptığımız sorusunun cevabı doğrudan zihniyete gönderme yapar.

Türkiye'de solcular kendilerini bu yanılgı nedeniyle demokrat sayarlar. Sahip oldukları fikirlerin bizatihi kendisinin onları demokrat yaptığını düşünürler. Bu durumda o fikirleri nasıl savundukları, nasıl siyasete dönüştürdükleri anlamını yitirir. Bu bakış bazı sol grupların saldırgan tutumunu açıkladığı gibi örneğin PKK şiddetine 'anlayışla' bakmalarının zihni temeline de işaret eder: PKK'nın konumu haklı bir davaya dayandığı için siyaseti de kendiliğinden doğru olarak kabul edilir ya da en azından yanlış olarak görülmez. Çünkü Kürtlerin yaşadığı gerçekler, Kürt siyasetini yürütenlerin yaptıklarının doğru veya yanlış olmasını ikincil kılmaktadır. Böylece şiddet uygulayan bir siyasi hareketin desteklenmesi 'demokratlık' olarak sunulabilmekte ve bu desteğin nasıl ifade edildiği de önemli olmaktan çıkmaktadır.

Ne var ki hayat bu denli basit değil, çünkü hayatta çok çeşitli mağduriyetler var ve aralarında bir önem sıralaması yapmak zorunda kaldığınızda 'haklı' ve 'doğru' bir konum bulmak hiç kolay olmayabilir. Ayrıca herhangi bir sosyal grubun tümüyle mağdur olduğu ya da başkalarına veya kendi içinde bazılarına mağduriyet yaşatmadığı örnek yok gibi... Dolayısıyla kendinize sarsılmaz ve güvenilir bir 'demokrat' pozisyon aramaktaysanız, aynı şekilde sarsılmaz ve güvenilir bir kritere de sahip olmanız gerekir. Öyle ki her durumda hangi mağduriyeti daha fazla önemseyeceğinizi ve hangilerini tamamen önemsiz sayabileceğinizi bilin... Nitekim sosyalizm bir ideoloji olarak solcuların kendilerini güvende hissedecekleri anlam dünyasını sunar. Onlara nereden gelip nereye gittiğimizi, geleceğin kaçınılmaz olarak nasıl bir dünyaya karşılık geldiğini söyler. Böylece geleceğin ışığında bugünü değerlendirme şansınız olur ve bugünün siyasetleri arasında doğru tercihler yapmak, doğru mağduriyetleri desteklemek mümkün hale gelir.

Sosyalist sol, ama az veya çok bütün solcular için 'demokratlık' söz konusu ideolojik konumun sahiplenilmesiyle kendiliğinden edinilen bir vasıftır. Sosyalizmin 'bilimsellik' iddiası, bu ideolojiyi gerçekliğe ilişkin tek doğru açıklama olarak gösterdiği ölçüde, tüm olumlu niteliklerin de yine bu dünya görüşünde toplanmış olmasını doğal hale getirir. Sonuç olarak solcular salt bazı görüşleri sahiplendikleri ve bu görüşlerin 'bilimsel' bir analizin sonucu olduğuna inandıkları için, kendilerini 'demokrat' olarak görürler.

Oysa bu tutumun kendisi zihniyete dair bazı ilkesel kabulleri açığa çıkarır ve bunlar solun içinde aktığı ana damarın otoriterlik olduğunu ortaya koyar. Dışımızdaki gerçekliği, üstelik geleceği de 'doğru' öngörecek şekilde bildiğini sanmak, elinizdeki ideolojinin yeterliliğine ilişkin sorular bir yana, insan zihninin bu kapasiteye sahip olduğunu varsaymayı gerektirir. Bu ise insan zihninin gerçekliği var olduğu gibi kavrayabileceğini ima eder. Herkesin aynı gerçekliği farklı algılaması durumunda ise, kimin haklı olduğunu eylemin başarısı ölçecektir, çünkü başarılı olan eylem gerçekliğin yasalarına uygun olduğunun da kanıtıdır. Eylemin başarısını bu denli kritik hale getiren bir anlayışta iseniz, artık o eylemin ahlaki ölçütlerini bir miktar göz ardı edebilirsiniz... Diğer bir deyişle, güç kullanımı, çatışmanın beslenmesi ve doğrudan şiddet sizin için ilkesel bir anlam ifade etmekten çıkar ve eylemin yararlılığı, yani hizmet ettiği hedef çok daha önemli hale gelir. Eğer o hedefin doğruluğuna inanıyorsanız, kullandığınız siyasi yöntemin ahlaki zaaflarını da önemsemezsiniz.

Bugün laik kesimdeki solcu aydınların hemen hepsi otoriter zihniyetin taşıyıcısı... Şiddete karşı özneden bağımsız ilkesel tutum alamadıkları gibi, Kürt meselesinin müzakere ile çözülmesini savunurken Kürt toplumu içindeki müzakere ihtiyacını görmezden gelebiliyorlar. Çünkü Kürtlerin siyasi ve toplumsal çoğulculuğunu korunması ve desteklenmesi gereken bir nitelik olarak değil, asıl mücadeleyi zayıflatacak bir ayak bağı olarak görüyorlar. Doğruların bilindiğinin varsayıldığı bir durumda çoğulculuğun zararlı addedilmesi şaşırtıcı değil. Sovyetler ve onun uydusu olan toplumlar bunu yeterince yaşadılar. Bizimkiler ise hâlâ o noktadalar...


AKP'nin demokratlığı

Referandum sonrası 'ustalık döneminde' hükümetin Kürt meselesinde reformcu anlayıştan saparak tamamen çatışma odaklı bir siyasete sarılması, Başbakan'ın ise yargı ve basın üzerinde tahakküm yaratan tehditlerle dolu üslubu, AKP'nin demokratlıktan uzaklaştığı yorumlarına neden oldu.

Bu yorumun anlaşılır bir tarafı vardı, çünkü hem bu parti kendisini 'muhafazakâr demokrat' olarak adlandırmayı yeğlemişti hem de iktidarının ilk yıllarında atılan adımlar gerçekten de demokratikleştirici nitelikteydi. Ne var ki sosyal alanda sonuçlar zihniyete ilişkin nedenlerin kanıtı olarak ele alınamaz. Çünkü bunlar bir zihniyetin dolaysız değil, belirli bir durum ve koşullar karşısında ürettiği sonuçlardır.

Dolayısıyla, AKP hükümetlerinin demokratikleştirici adımlarından hareketle, demokrat zihniyete sahip olduğunu öne sürmek mümkün değil. Bir kişi veya kurumun 'demokrat' olduğunu söyleyebilmek için, onun davranışlarını demokrat zihniyetle tutarlı kılan belirli ilkesel tutumları gözleyebilmemiz gerekir. Oysa AKP'nin örneğin şeffaflık, katılım, ikna ve benzeri prensipler açısından herhangi bir duyarlılığı olduğunu söyleyemeyiz. Diğer bir deyişle Başbakan'ın üslubu son derece yumuşak olsaydı bile, ne kendisinin ne de partisinin demokrat olduğunu öne süremezdik. Nitekim gerçek çok daha yalın: AKP zaten hiçbir zaman demokrat zihniyetin ilkesel yaklaşımını savunmadığı gibi, esas olarak mağdur dindar kesimin merkeze yaklaşmasının, giderek o merkezi fethetmesinin, kamusal alanda bir yetki devrinin sözcülüğünü ve taşıyıcılığını yaptı. Bunu yaparken de esas olarak kendi temsil ettiği kesimin hak ve özgürlükleri üzerinde durdu ve söz konusu iktidar değişimini bir haksızlığın giderilmesi olarak sundu. AKP söyleminde 'normalleşme' kelimesi, sadece demokrasinin vesayetten kurtulmasını değil, devletin asli sahiplerine iade edilmesini de ifade etmekteydi... Zaten vesayetten kurtulmanın zorunluluğu da buradan kaynaklanmaktaydı, çünkü İslami kesimin mağduriyeti doğrudan bu vesayetle bağlantılıydı. Yani vesayetten kurtulma meselesi AKP için ilkesel bir tutumdan ziyade, 'adaletin' ihsas edilmesi için yapılması gereken bir ameliyat gibiydi.

AKP Cumhuriyet rejiminin otoriter yapısına karşı çıktı, ancak söz konusu karşı çıkışın temelinde rejimin hiyerarşik niteliği yoktu. AKP hiyerarşinin kendisiyle değil, bu hiyerarşinin nasıl yapılandığı ile sıkıntı yaşamaktaydı. Öte yandan rejimin toplumsal tahayyülü ile AKP'ninki arasında net bir karşıtlık vardı: Rejim homojen bir laik-Türk vatandaş kitlesi tasavvuruna dayanırken, AKP heterojen bir toplum gerçeğini kabullenmekteydi. Diğer bir deyişle AKP ataerkil zihniyete sahip bir parti olarak yola çıktı ve hep öyle de kaldı... Bu partinin demokratikleştirici özelliği, ataerkilliği otoriterlik karşısında daha özgürlükçü kılan heterojen toplum anlayışıyla bağlantılıydı. Nitekim Alevi açılımı, Kürtlere yönelik kimi söylemler, gayrimüslimlerin mağduriyetlerini giderecek kimi adımlar bu bağlamda hayat buldular. Ataerkillik hem İslam'dan hem de Osmanlı'dan beslendiği için son derece güçlü köklere sahipti ve AKP de kozmopolit niteliklerini birer emanet olarak taşıyan ahlaki ve dindar bir yeni cumhuriyet kurmaya yöneldi. Ne var ki bu iktidar sürecinde hiçbir alanda demokrat yaklaşım sergilenmedi... Katılımcılık yerine daveti, ikna yerine istişareyi kullandılar ve sonuçta hiyerarşinin hükmünü geçerli kıldılar. Çünkü ataerkil zihniyet İlahi bir yansımanın sonucu olarak gerçeği bildiğimizi varsayar ve dolayısıyla bu bilgiye sahip olanların yönetmesi gerektiğini, yönetenlerin ise seçilmiş rehberler olarak söz konusu bilgiye yanaşmak durumunda olduklarını ima eder. Bu bağlamda demokrasi çoğulcu bir fikirsel ortamın değil, çoğunluk eliyle rehberin meşrulaşmasının ifadesidir. Aterkil rehber doğruları bilir, ancak bunu zorla değil 'güzellikle' yapmak ister ve buna karşılık da yapılan 'hayırlı' işin takdir edilmesini bekler. İnsani ilişkilerde 'saygı' kritik bir işlev görürken, sıradanlığın kabulü pek kolay olmaz, çünkü ataerkilliğin epistemolojik varsayımı herkesin biricik olduğunu ve bu meyanda rehberlerin de bilgiye yakınlıkları nedeniyle üstün vasıflara sahip olduklarını kabul eder.
Gerçekliğin manevi bir zihinden cansız varlıklara doğru giden hiyerarşik bir yapısının olduğu fikri, her varlığın kendine has anlamının ve yerinin olmasıyla bütünleşir. Bu anlayışın uzantısı olan toplumsal tahayyül de hiyerarşik ve heterojendir. Öte yandan her varlığın kendi yerinin olması özgürlük ve eşitliği ikinci dereceye iterken, bu varlıkların dengesini kollamayı üstlenen adalet fikrini öne çıkarır. Bu nedenle ataerkil siyasetler hep bir adil düzen ararlar, ama bu adil düzen kendilerini yönetici kılan bir hiyerarşiden ötesini üretemez. Bu hiyerarşi, hak kavramını dışlamayan bir yönetimle bütünleştiği ölçüde demokratikleştirici bir işlev görebilir. Özellikle sistemin otoriter olduğu toplumlarda, ataerkillik demokrasi yönünde açık bir 'ilerleme' anlamına gelecektir. Yeter ki verilen miktara razı olun ve rehberlerin öngördüğünden fazlasını istemeyin...


Liberallerin demokratlığı

Modernliğin yükseldiği, dünyayı barışa götürme kapasitesinin varlığına inanıldığı dönemlerde, liberaller kendilerinden emindiler.
Karşılarında yer alan sosyal demokratların sosyal haklar ve gelir dağılımı türünden eşitlikçi söylemleri, liberalizmin geniş felsefi dağarcığı karşısında çok zayıf kalıyordu. Sağ ve sol muhafazakar uçlar ise özgürlük karşıtı konumlarıyla ahlaki açıdan zaaf içindeydiler. Demokrasinin gelebileceği son aşama liberal demokrasi gibi gözüküyordu ve piyasa sistemine paralel olarak 'tüketicilere' olabilecek en adil ve eşitlikçi özyönetim sistemini sunuyordu. Kimse tüm isteklerini iktidar kılamıyor, ama iktidarda herkesten bir pay bulunuyordu... Liberaller kendiliğinden 'demokrat' olduklarını düşünmekteydiler.

Ne var ki 20. yüzyılın son çeyreği, liberal demokrasinin kimlik talepleri karşısında sıkışmasına neden oldu ve onu vatandaşlık konusunu bile tam olarak çözememiş olduğu gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. Ancak asıl darbe küreselliğin taşıdığı göçmenlerle birlikte geldi: Liberalizmin sadece kültürel homojenliğin korunabildiği toplumlarda anlamlı bir sistem önerebildiği ortaya çıktı. Ancak bu türden bir homojenlik varsa, bireysel farklılıklar zenginliğe dönüşebiliyordu. Kültürel farklılığı taşıyan insanların kendi cemaatlerinin dışında durarak 'bireyselleşmeleri' gerekiyordu, çünkü dışardan gelenlerin cemaatsal hayatı kültürel çoğulluk yaratırken kamusal alanın bölünmesini, parsellenmesini ifade ediyordu.

Liberal dünyanın bireysel çoğulculuğu rahatlıkla taşırken, cemaatsal çoğulculuk karşısında paralize olması, bu ideolojinin anlaşılması açısından hayati önemde. Her toplumsal sistem bir ahlaki zemin üzerinde oturur. Bu ahlaki zemin kendiliğinden oluşabileceği gibi, zorla da kabul ettirilebilir veya bir tür konsensüsün sonucu da olabilir. Batı modernliği kendiliğinden oluşmuş, tarihsel çatışmaların sonucu olarak ortaya çıkmış bir ahlaki zemine oturmakta. Herkesin paylaştığı ve razı geldiği bir kültürün kuşatması altında yaşanıyor. Dolayısıyla ahlaki zemin de bu kendine özgü kültürün uzantısı olarak şekilleniyor. Yani Batı modernliğinin 'ahlaken nasıl yaşayalım' türünden bir sorusu yok. Tevarüs edilen ortak kültürün yaratmış olduğu ahlak, olması gereken norm olarak kabul ediliyor. Bu durumda cemaat oluşturmuş farklı bir kültür, farklı bir ahlak anlamına geliyor ve toplumsal dokunun varsayılan doğallığı bozuluyor. Bu da batı modernliğinin kimlik bunalımını ifade ediyor ve tepki olarak yabancı düşmanlığına, ırkçılığa neden oluyor.
Mesele liberalizmin dayandığı relativist zihniyetin ortak ahlak kurmayı sağlayan bir nitelikte olmamasıdır. Gerçekliği ve zihnimizi maddi olarak tasavvur eden ve dolayısıyla duyularımızın dış gerçekliğe tekabül eden bir bilgi üretebildiğini varsayan bu bakış, herkesin bilgisinin sınırlı ancak sahih olduğunu kabul eder. Öte yandan herkesin deneyimleri farklı bilgiler üretir ve kimse bir başkasının tüm bilgisini kapsayamaz. Bu nedenle kişilerin bilgileri arasında mukayese yapmak ve birinin diğerine üstün olduğunu söylemek mümkün değildir. Bireysel özgürlüğün sınırı diğerinin özgürlüğü ile tanımlanabilir ancak... Yani eğer birinin kullandığı özgürlük diğerinin o veya başka bir özgürlüğü kullanmasına engel değilse, meşrudur. Danimarka'da İslam'ı tahkir etmeyi hedefleyen karikatürlerin, Hollanda'daki filmlerin ve yeni tedavüle giren provokasyon klibinin liberal ilkeler açısından sorunlu bir tarafı yok. Çünkü Müslümanlar da isterlerse başkaları hakkında karikatür ve filmler yapabilirler. Yani konu bir ifade özgürlüğü olarak değerlendirilmelidir...

Ne var ki bu yaklaşım liberallerin niçin demokrat olmadıklarının nişanesidir. Çünkü demokratlık öncelikle bize benzemeyenle birlikte yaşama iradesinin beyan edilmesidir. Bu ise, ötekinin nasıl etkileneceğine karşı duyarlı olmanızı gerektirir ve böylece geçici ve öznel, ama ortak çözümler aramak anlamlı olur. Aksi halde kendi çözümünüzü ya çoğunluğa, ya da kendi kültürünüze dayandırmaya yatkın olursunuz ve bunun bir dışlama olduğunu bile fark edemezsiniz. Liberalizm ise farklı kültürler arasında ortak bir ahlaki zemin kurma yeteneğine sahip değildir, çünkü diğer kültürü hiçe sayabilecek bireysel özgürlükleri engellemeye yönelik bir meşruiyet dayanağı geliştiremez.
Homojen kültürlerde ahlaksızlığı engelleyen doğal normlar mevcutken, farklı kültürlerin karşılaştığı ortamlarda bütün kültürleri kuşatabilen ahlaki normlar üretmek liberalizmle mümkün olmaz. Bu nedenle liberaller hukuktan medet umarlar, çünkü toplumun 'üstünde' olduğu düşünülen belirli standartlara ihtiyaç vardır ve hukukun önüne 'evrensel' sıfatını takarak onu kültür-dışı kıldıklarını zannederler.

Ancak bütün bu çabalar, kullanılan payandalar liberalizmi kurtarmaya yeterli gözükmüyor. O nedenle son dönemlerde kendisine 'liberal-demokrat' diyenler giderek artıyor. Oysa bu eklektik kimliğin beslendiği tutarlı bir ideolojik bütünlük yok. Liberalizmin geldiği noktayı gördükçe kendi namuslarını kurtarma peşine düşen birtakım aydınlar var sadece...





Demokratlık

Toplumların ve kültürlerin geniş sürelere yayılan ve belirgin bir çevre üreten devamlılıkları olduğunu gözlemleyen bazı düşünürler, zihniyet kavramının eşiğine gelmişlerdir.

Bizde Ülgener, Topçu, Meriç, Tanpınar ve Mardin bu alanda derinlikli tespitler sundular. Batı'da ise bu zihinsel zeminin farkında olup ona en fazla yaklaşanlardan biri Foucault oldu ve 'epistem' sözcüğüyle karşılık aradı. Foucault'un seçtiği sözcük, onun da doğru çıkış noktasını fark ettiğini gösteriyor, çünkü epistem doğal olarak epistemolojiden gelen bir 'kısaltma'. Yani zihniyet denen şeyin dışımızdaki gerçekliğe ilişkin nasıl bilgi ürettiğimizle doğrudan bağlantılı olduğunu ima ediyor.

Ne var ki Foucault epistemlerin varlığına işaret etmekle birlikte, ne onların olası sayısı ne de aralarındaki geçişlilik hakkında pek bir şey söylemiyor. Oysa eğer epistemoloji ve sosyopsikolojiyi bir arada düşünürseniz, hem zihniyet kavramını insanın evrimsel macerasının içine oturtmak hem de bir zihniyetten diğerine nasıl geçildiğini anlamak mümkün hale geliyor. Her dönem ve her kültürde bireysel düzeyde bütün zihniyetlerin ve aralarındaki her türlü eklemleşmenin örneklerini bulmak mümkün. Ancak söz konusu dönem ve kültüre anlamını, meşruiyetini ve değerini veren bir egemen zihniyet söz konusu. Siyaset ise bu zihniyetten beslenen ideolojiler arasındaki rekabetten besleniyor. Ne var ki egemen zihniyetin, değişen dış gerçeklik karşısında toplumsal adaptasyona rehber olamadığı durumlarda, bu adaptasyonu yapmaya daha elverişli gözüken zihniyetler bireysel düzeyde kalmayıp toplumsal düzleme sıçrıyorlar. Zaman içinde eski ve yeni zihniyetler arasında farklı eklemleşmeler ortaya çıkıyor ve çoğu zaman yeni zihniyetin ağırlığının arttığı bir melezleşmenin o toplumdaki egemen zihniyeti oluşturduğunu görüyoruz. Yeni zihniyetin bu yükselme süreci aynı zamanda o zihniyetten beslenen ideolojilerin de ortaya çıkmasına tanık oluyor. Böylece geçiş döneminde siyaset, bir yandan eski ve yeni zihniyetler arasında ama hemen sonrasında da yeni zihniyetin farklı ideolojileri arasında yaşanıyor.

Bugün modernliğin miadını doldurduğu bir noktadayız. Özellikle kimlik, vatandaşlık ve ahlak meseleleri, modern tahayyülün bugününün dünyasını taşımakta zorlandığını gösteriyor. Modernlik ise belirli bir zihniyetten, relativizm ile otoriterliğin kendine özgü bileşiminden besleniyor ve dolayısıyla aslında asıl bu iki zihniyetin krizini yaşıyoruz. Nitekim söz konusu zihniyetlerin 'çocukları' olan liberalizm ve sosyalizmin küresel cazibeleri çoktan sönmüş durumda. Bu kriz doğal olarak diğer iki zihniyeti ön plana çıkarıyor... Modernliğin bastırdığı, kamusal alanın dışına ittiği ve aşağıladığı ataerkil zihniyet şimdi kendisine yeniden alan bulurken, bu zihniyetin en kadim ideolojileri olan dinler yükselişe geçiyorlar. Bugünün İslamcılık tartışmasını anlamlı kılan arka plan da bu... Modernliğin krizi sayesinde önünde ufuk bulan diğer zihniyet ise demokratlık. Ne var ki demokratlık binlerce yıldır egemen olmamış, antropolojik örnekler dışında belirli bir döneme veya kültüre damgasını vurmamış bir zihniyet. Dolayısıyla geriye doğru gidildiğinde sadece belirli düşünürlerle veya kısıtlı bazı deneyimlerle sınırlı. Diğer bir deyişle, ideolojileri henüz üretilmemiş bir zihniyetten söz ediyoruz. Bugün Bauman veya Barber gibi düşünürler, örneğin 'cumhuriyetçilik' çerçevesi içinde demokratlığın ideolojisini yaratmaya çalışsalar da bunların henüz çok cılız çabalar olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada örneğin Mouffe veya Laclau gibi düşünürlerin ise demokratlıkla pek ilgilerinin olmadığını, modernliği ihya peşinde bir liberal/sosyalist sentez aradıklarını görmekte yarar var.

O nedenle bugünün tartışmalarında asimetrik bir durumla karşı karşıyayız: Modernlik liberalizm ve sosyalizmle sahada yer alırken, post modern durum sadece dinlerin değil, bir yandan da demokrat bireylerin kamusal alana çıkmalarına neden oluyor. İdeolojik planda liberalizm ve sosyalizm karşısında sadece dinler ve dindarlıklar var... Ama zihniyet planında relativizm ve otoriterliğin karşısında, hem ataerkillik hem de demokratlık var. Modern cenah yapılan tartışmaları sürekli olarak ideolojik düzleme çekerek hem esas tartışmanın hâlâ modernlik 'içi' olduğunu kanıtlamak, hem de zihniyet açısından zaten arkaik bulduğu dinleri muhatap almakla yetinmek istiyor. Oysa modernliğin krizinin esası hiyerarşi sorununu tam çözememiş bir toplum yapısında çoğulculuğu yaşatamamasıdır. Buna çare yeniden ataerkilliğin hiyerarşisine dönmek değil, muhtemelen demokratlığın hiyerarşiyi dönüştürerek yayan anlayışını benimsemek olacaktır.

Çoğulculuğun iki türünden biri olan ataerkil cemaatçiliğin bugünün küresel, iç içe geçmiş, 'dijital' dünyasında derde deva olması mümkün gözükmüyor. Buna karşılık iletişim ve etkileşimin kendine özgü geçici çözümler ve melezleşmeler yarattığı bir ortamda, akışkan haldeki farklı gruplaşmaların ve hareketlerin çok kimlikli bir geniş spektrum yaratarak çağın ihtiyaçlarına cevap getirmesi daha olası.


Demokratlık2


Belirli bir zihniyete ilişkin herhangi bir tanımlamaya yeltenmeden önce, hiçbir kişi, grup, kültür veya ideolojinin saf bir biçimde sadece tek bir zihniyetin dışavurumu olmadığının altını çizmek gerek.

Gerçek varlıkların zihinsel zemini, hemen her zaman en az iki zihniyeti bir araya getiren eklemlenmelerden oluşur. Öznenin derinlik kapasitesine bağlı olarak bu eklemlenmeler birer senteze dönüşebilir ve nitekim 'olgun' kültürlerde veya bazı filozofların öğretilerinde bu özellik açıkça görünür hale gelebilir.

Bu tespit demokratlık için de geçerli... Saf ve bütüncül bir biçimde, diğer zihniyetlerden arınmış olarak 'demokrat' bir kişiye ya da kültüre rastlamak mümkün değil ve hiçbir zaman da olmayacak. Nasıl ki örneğin sadece otoriter zihniyeti saf ve bütüncül haliyle ve tek başına taşıyan bir kişi veya kültür yoksa... Özneler, ister tek bir insan veya bir topluluk, kültür ya da fikir hareketi olsun, farklı durumlar, alanlar ve konularda, ayrıca farklı baskı ortamlarında farklı zihniyetleri ima eden davranışlarda bulunurlar. Dolayısıyla her kişi, kültür, ideoloji biriciktir ve onun zihniyet analizi yapılabilse de, herhangi bir zihniyet eklemleşmesinden hareketle kuramsal olarak hakiki varlıkların karmaşıklığına ulaşılamaz.

Ancak yine de her zihniyeti saf haliyle bir referans olarak bilmek, kavramak ve kullanmak, anlamaya yönelik çok önemli bir araç. Diğer zihniyetler gibi demokrat zihniyetin dayanağı da dış gerçeklik hakkında yapılan ve sınamaya açık olmayan zımni kabuller... Sosyopsikolojik açıdan demokrat tutum sergileyen birçok kişi bu kabullerin farkında bile olmayacak, ancak hayata gelişinden itibaren dış gerçeklik karşısında geçirmiş olduğu adaptasyon süreci, üzerinde düşünmediği halde, ona bu tutumun doğru ve doğal olduğunu ima edecektir. Ancak eğer amacımız kendimiz dâhil, gerçekliği 'anlamak' ise, zihniyetleri ve dolayısıyla demokratlığı bir epistemolojik 'cevap' olarak irdelemek gerekir.

Demokrat zihniyetin dış gerçeklik karşısındaki duruşu, Kant'ın epistemolojik varsayımını çağrıştırır. Hume'un nedenselliği bir alışkanlığa indirgeyen güçlü argümanı karşısında insan zihninin işlevselliğini korumak isteyen Kant, insan zihninin kendine has içsel kategorilere sahip olduğunu ve bunlar üzerinden/sayesinde dış gerçekliği 'anladığını' savundu. Buna göre nedensellik, gereklilik, sınırlılık, karşıtlık gibi kategoriler bizim zihnimizde varlar ama dış gerçeklikte var olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ama zihnimizin kategorilerini kullanarak dış gerçekliğe tekabül eden bir düzenek hayali yaratabiliyoruz. Dolayısıyla insan zihninin olası namütenahi zihinlerden sadece biri olduğunu ve dış gerçekliği bu zihnin içinden algılamaya mahkûm olduğumuzu kabul etmek durumundayız. Zihnimiz dış gerçekliği ancak kendince anlayabilir ve bu da dış gerçekliğin çarpıtılmasını zorunlu kılar. Başka bir ifadeyle zihin, aksi halde anlayamayacağımız gerçekliği çarpıtarak kendi kategorilerine uyumlu kılar ve 'bizim için' anlaşılır hale getirir... Ancak bunu yaparken gerçekliği hangi yönde ve ne kadar çarpıttığını bilemeyiz.

Bu çıkış noktası bize iki temel önerme sunar: Birincisi, dış gerçekliğin gerçek doğasını hiçbir zaman 'dışımızda var olduğu şekliyle' anlayamayacağız. Dolayısıyla madde/ruh ikilemi insan için tümüyle spekülatif olup bir inanma meselesidir. İkincisi, zihnimiz gerçekliği çarpıtarak anlaşılır kıldığına göre, gerçekliğin az veya çok bizim anladığımız haliyle var olduğunu da iddia edemeyiz. Üstelik ne kadar iyi anladığımıza dair nesnel bir araca da sahip değiliz ve hiçbir zaman da sahip olamayacağız. Öte yandan yapılan icatlar, çalışan makineler, çeşitli öngörülerimizin tutması, dışımızdaki gerçekliği bir biçimde 'doğru' anladığımızı da kanıtlar. Demek ki gerçekliğin bizatihi kendisini anlama olanağımızın olmamasına karşın, zihnimiz o gerçekliği anlaşılır kılan bir mekanizmaya sahiptir. Sonuç, gerçeklikle zihnimizdeki kurgu arasında bir mütekabiliyet ilişkisinin olduğudur. Ancak bu, zihnimizdeki her kurgunun dış gerçekliğe tekabül ettiğini göstermez... Dahası aynı durum karşısında farklı kişiler farklı 'doğrular' öne sürebilmektedir. Soru, böyle bir durumda doğru tutumun ne olduğudur...

Demokratlık, kimsenin doğruyu güvenilir biçimde bilemeyeceği bir dünyada, 'doğru' toplumsal kararların nasıl alınabileceğine ilişkin bir cevaptır. Bir toplumun bütün üyeleri aynı kanaatte olsalar bile, bu üzerinde anlaştıkları sonucun 'doğru' olduğunu kanıtlamaz. Çünkü hepsi de aynı yanılgının içinde düşünüyor olabilirler. Dolayısıyla azınlık görüşleri son derece kıymetlidir ve olası bir çoğunlukçu yanlışı düzeltebilmenin tek referansıdır. Öte yandan herhangi bir doğruda anlaşıldığı takdirde, bunun hükmü ancak geçici olabilir, çünkü hem kişiler fikir değiştirebilirler, hem de o topluma yeni gelenlerin farklı fikirleri olabilir. Sonuç olarak demokratlık, kendi toplumsal yapımızı da içeren bir biçimde, dış gerçekliğe ilişkin olarak ancak öznel ve geçici 'doğrular' üretebileceğimizin bilincine varılmasıdır. Diğer bir deyişle gerçeklik karşısında haddini bilmenin içselleştirilmesini ifade eder...



Demokratlık 3


Bilemediğimiz bir kaderin veya iradenin cilvesi olarak içine doğduğumuz ve adapte olmak zorunda olduğumuz 'gerçekliğe' bakarken, seçebileceğimiz yollardan biri bu gerçekliği hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimizi, insan olmanın sınırlılığına razı gelmemiz gerektiğini baştan kabul etmektir.

Bu durumda bulduğumuz ya da keşfettiğimiz gerçekler ancak kendi zihnimizde bir anlam ifade edecek, ama gerçekliği ne derece doğru tanımladığı hiçbir zaman bilinemeyecektir.

Demokratlık, bu temel varsayım altında, insan zihninin yanılabilirliğini ve farklı insanların farklı algılamalar sergileyebileceğini de hesaba katan, bir 'bilme' ve 'toplumsal düzenleme' yolu önerir. Birincisi, ne denli çoğunlukçu bir zemine dayansa bile bilgimizden emin olamayacağımıza göre, fikirlerin çoğulluğunu korumak ve desteklemek hayati bir koşul olarak algılanır. Bu nedenle azınlık görüşlerinin kaybolmaması için itina gösterilir. İkincisi, kendi öznel doğrumuzu üretmek için kullanabileceğimiz zeminin olabildiğince geniş tutulması gerekecektir ve bu da katılımın teşvik ve davet edilmesini ima edecektir. Üçüncüsü, görüşler ancak tartışma içinde olgunlaşıp derinleşebilirler. Dolayısıyla görüşlerin üstünkörü mukayesesi değil, ancak ikna süreçleri sonucu varılan kararlar tatmin edici ve işlevsel olacaktır. Dördüncüsü, kişilerin olabildiğince çoğulcu bir çerçevede görüş üretebilmeleri, herkesin olabildiğince tüm bilgiye erişebilmesiyle doğru orantılıdır. Bu nedenle şeffaflığın sağlanması, bilginin yaygınlaştırılması temel bir kriterdir. Beşincisi, hayatın doğal hiyerarşisi içinde her türden bilgi, farklı hiyerarşilerin yönetim katmanında yoğunlaşır ve saklı kalma kapasitesi edinir. Bu eğilimi kırmak üzere yetki kullanan her unsurun tüm topluma ve kesinlikle her ilgilenene hesap verebilmesini sağlayan bir sistem kurulmalıdır. Altıncısı, toplumsal çeşitlilik ve dinamizm dikkate alındığında, bilginin yerelde çok daha hızlı değiştiği, veri zenginliğinin esas yerelde genişlediği açıktır. Bu durumda olabildiğince adem-i merkezi sistemlerin geliştirilmesi ve yerelde üretilen fikirlerin hayata geçmesinin önü açık tutulmalıdır.

Bu ilkesel önermeler, demokratlığın temel algısını yansıtır: Güvenilir bilgimizin olmadığı, her türlü bilginin ancak öznel ve geçici olduğu bir dünyada yapılması gereken, her konuda isteyen herkesin toplumsal bilgi üretimini etkileme şansını artırmak ve özellikle herhangi bir karardan etkilenecek herkesin o karara müdahil olmasını sağlamaktır. Çünkü bilginin bizatihi öznel olduğu bir durumda, herhangi bir bilgiye dayanan toplumsal kararın işlevselliği ve meşruiyeti, o kararın benimsenme ve içselleştirilmesiyle doğru orantılıdır ve bu da tüm yukarıdaki ilkesel önermeleri zorunlu kılar.

Zihniyet göz ardı edildiğinde kavramlar ruhunu kaybeder... Örneğin bugünlerde herkes şeffaflığı savunuyor. Özellikle otoriter bir sistem altında yaşıyorsanız bundan daha doğal bir şey de olamaz. Ancak şeffaflık araçsal öneme sahip, karşı çıkılmasında anlam olmayan, hatta moda olduğu için savunulan bir ilke olarak ortaya sürülebiliyor. Oysa demokratlık için şeffaflık ve yukarıdaki ilkesel önermelerin her biri, herhangi bir 'sahiplenilebilir' bilgi ya da toplumsal sistem üretebilmek için hayatidir. Eğer bu önermelere uygun davranılmıyorsa, toplumsal düzlemde üretilen ve önerilen hiçbir bilgi veya sistemden emin olamazsınız, onun kalıcılığına güvenemezsiniz.

Demokratlığın neşet ettiği bilgi anlayışı, 'ideal' bir toplum yapısının olmadığının altını çizmekle kalmaz, işlevsel herhangi bir yapının kurulabilmesi için de çoğunlukçuluğun yeterli olmamak bir yana, saptırıcı ve zararlı karakterde olduğunu ima eder. Doğruyu bilmemek bizi birbirimize mahkûm ederken, kendi öznel ve geçici doğrularımızı üretmek de, olabildiğince geniş ve özgür bir konuşma iklimine ihtiyaç duyar. Bu nedenle demokrat zihniyetin toplum tasavvuru, eşdüzeyli ve heterojen bir çoğulluğun engellenmeyen arayışı üzerine oturur.

Böyle bir tahayyül içinde özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik gibi evrensel ilkeler kendine has anlamlar kazanır. Belirtmek gerekir ki hiçbir zihniyet esasta bu ilkelere karşı çıkmaz, ama her birinde içerikler farklı tanımlanır. Demokratlık açısından kardeşlik olmazsa olmaz zemindir. Çünkü doğruların olmadığı ve çoğunluğa teslim edilemeyeceği bir dünyada birlikte yaşamanın tek koşulu, bu yönde gösterilecek iradedir. Diğer ilkeler bu zemini desteklemek üzere konumlanırlar... Özgürlük bir birey/toplum ilişkisidir ve her kişinin kendi çevresi içinde, onunla birlikte istediği gibi yaşamasını ve kendisini geliştirebilmesini ifade eder. Diğer bir deyişle toplumsal çevreden bağımsız bir bireysel özgürlük olmadığı gibi, kişiyi bazı üst normlarla tanımlayan bir toplumsal özgürlük de olamaz. Eşitlik, çoğulluğun taşınması, farklılaşmanın aynı derecede herkes için mümkün olmasıdır. Adalet ise, kardeşliğin sürdürülebilir kılınmasını sağlayan, sürekli irdelemeye açık, üzerinde mutabakata varılmış geçici bir denge mekanizmasıdır.

Demokratlık bugün 'yükselen' zihniyet... Egemen olup olamayacağını bilemeyiz. Ama diğer zihniyetlerle arasında melez kurguların oluşacağı kesin.
Zaman 

Hiç yorum yok: