İbrahim Varı / Haluk Gerger Birgün
ABD ve Batılı emperyalist ülkelerin bölgesel taşeronluğuna soyunan AKP hükümeti, izlediği işbirlikçi politikalar nedeniyle ülkeyi Suriye ile savaşın eşiğine getirdi. Suriye’de yaklaşık on dokuz aydır süren çatışmalara rejim karşıtı işbirlikçi muhalifleri doğrudan destekleyerek müdahil olan AKP hükümeti, Akçakale’ye düşen top mermilerinin ardından alelacele hazırladığı savaş tezkeresini Meclis’te oyladı. Uluslar arası ilişkiler alanında uzman olan Prof. Dr. Haluk Gerger son kriz üzerinden yaşananları gazetemize değerlendirdi. Gerger’e göre yaşanan son kriz 1957’de yaşanan krizin bir benzeri. Gerger Erdoğan’ın dönemin Başbakanı Menderes gibi yalnız kalacağını söyledi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü eski öğretim üyesi olan Prof. Dr. Haluk Gerger’in bu görevine YÖK ve 1982 anayasası yürürlüğe girdiği gün son verildi. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. İnsan Hakları Derneği Kurucu Üyesi. Darmstadt Teknik Üniversitesi'nde 1996 ve 1999 yıllarında misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Gerger'in "ABD, Ortadoğu ve Türkiye", "Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği 'Soğuk Savaş'tan 'Yeni Dünya Düzeni'ne", "Kan Tadı Belgelerle ABD'nin Kara Kitab" gibi çok sayıda kitabı bulunyor.
>>Akçakale’ye düşen top mermilerinin ardından Suriye ile savaşın eşiğine gelindi. Hükümetin alelacele hazırladığı Suriye tezkeresi Meclis’te oylandı. Olası bir savaş kapıda mı?
Gelişmeler Türkiye ve Suriye arasında 1957’de yaşanan krizi anımsatıyor. 1957’deki Suriye krizinde Türkiye savaş çıkartmak, bunun için de Suriye'yi kışkırtmak amacıyla Suriye sınırına asker yığdı, sınırın öte tarafında jetler uçurdu. Bunlardan güya yanlışlıkla bombalar düşürüldü ve sınır köylerinden insanlar kaçırıldı. Bütün amaç, Suriye'yi bir sınır çatışmasına çekmek ve savaş çıkartarak işgale zemin hazırlamaktı. Bugün de benzer gelişmeler yaşıyoruz. Son Akçakale olayını da böyle değerlendirmek gerekir.
>> 57’deki krizde Türkiye yalnız kalmıştı. Uluslararası toplum savaşın eşiğine getirdiği Türkiye’yi sonradan yalnızlaştırdı. Bugün de bir benzeri mi yaşanıyor?
Bugün de aslında benzer durum var. Batı'da herkes topun kimler tarafından atıldığının bilinmediğine işaret ediyor, Suriye kuvvetlerinden kaynaklansa bile bunun teknik bir hata olduğunda hemfikir bir tavır sergiliyorlar, Suriye'nin elindeki eski Rus silah sistemlerinde böyle hataların oluşabileceğini söylüyorlar ki bunlar gerçekçi değerlendirmeler. Kimsenin Suriye ile savaş başlatmak gibi bir niyeti yok ve Türkiye'yi dizginleyecekleri kuşkusuz. Menderes gibi Erdoğan da yalnız kalacak kuşkusuz ve olayı sadece Türk kamuoyunu manipüle etmek için kullanacak.
1957'de Türkiye'nin nasıl yalnız kaldığını kitabımda anlatıyorum. O zaman Kruşçev New York'ta "Türkiye bir gün bile dayanamaz ama roketler uçuşmaya başlayınca nerelere düşeceği belli olmaz" türünden tehditlerde bulunmuştu ve ABD ile İngiltere geri çekilmişlerdi. Bunlar kitapta ayrıntılı işleniyor. Bugün de aslında benzer durum var.
>>Arap Baharı’nın son halkası olarak görülen Suriye’de çatışmalar kilitlenmiş durumda. Suriye’de bir vekâlet savaşının (Proxy) verildiğini söyleyenler var?
Arap isyanlarına emperyalizmin, örneğin Mısır’da görüldüğü gibi, ilk tepkisi, rejimden safralar atarak ve fakat iktidarın ana kurumlarıyla eşgüdüm içinde restorasyonu sağlamaktı. Bu, kimi ödünlerle bir tür geri adım atmak ama devrimci gelişmeleri önleyerek ve rejimi yeniden tahkim ederek ileriye doğru da hamle yapmaktı. İlk şaşkınlık sonrası ikinci aşamada, Libya’da ve Bahreyn’de görüldüğü gibi, ya NATO aracılığıyla ya da bölge işbirlikçiliğini kullanarak, doğrudan silahlı müdahaleyle sürecin seyrini belirlemek stratejisi devreye sokuldu. Suriye’de yapılan ise, üçüncü aşamayı göstermektedir; var olan meşru hoşnutsuzluğu örgütlemek, silahlandırmak ve iç savaşı kışkırtmak, bir saray darbesi oluşturmak ya da koşullar elverirse doğrudan bir işgali örgütlemek.
>> Emperyalistlerin ve onların bölgesel taşeronlarının müdahalesinin tek nedeni bu mu?Bu işin bir yanı. Öteki yanıyla, plan, asıl bölgesel hedef İran’ın en temel ileri savunma siperini düşürmek, onun “güvenlik hinterlandı”nda bir kara delik açmak. Nihayet, Yeni Dünya Düzeni’nin “müdahale hukuku”nu bir kez daha pratiğe dökmek de stratejik amaç. Buna göre, genel olarak emperyalizm, özel olarak da ABD, uygun gördüğü durum ve yerlerde, silahlı müdahaleyle rejim değişikliği yapma, iç düzenleri düzenleme hakkına sahip ve yeni düzenin altyapısının oluşturulmasının, dünya barışının savunulmasının, uluslararası meşruiyetin korunmasının küresel olarak kabul edilmiş yolu, yöntemi budur. Böyle olunca, sürecin taraflar tablosu elbette salt ABD ile Suriye rejimini aşıyor, İran’ı ve Çin ile Rusya’yı, giderek, bütün uluslararası toplumu da kapsıyor. Suriye rejimi de, bir yandan dış destekler bulabiliyor, içerdeki çok parçalı etnik-kültürel yapının özelliklerinden yararlanarak ülkedeki destek tabanını koruyabiliyor ve böylece tam bir çözülmeyi önleyebiliyor.
>>Emperyalist tasavvur ve tahayyüllerin bu süreçteki etkisi nedir?
Arap isyanları, esas olarak, on yıllardır için kaynayan iç muhalefet dinamiklerinden, yaygın hoşnutsuzluklardan, demokratik taleplerden kaynaklanıyor. Bununla birlikte, artık bölgede içsel bir unsur olan emperyalizm de, ilk şaşkınlığın hemen ardından, müdahil bir aktör olagelmiştir bütün süreç boyunca. Emperyalizmin genel olarak üç hedefi vardır: Birincisi, politik olanı, İsrail’in ve ABD’nin hegemonyasına boyun eğmiş ve bunları yeniden üretmeye muktedir rejimlerin oluşması, bölgenin Yeni Dünya Düzeni’ne uygun hale getirilmesidir. İkincisi, ekonomik olanıysa, bölge ekonomisinin bütünüyle küreselleşmeye eklemlenmesi ve enerji kaynaklarıyla ikmal yollarının emperyalist denetim altında tutulmasıdır. Üçüncü olarak, sosyal boyut ise, bölgede vahşi (liberal) kapitalizme karşı sosyal, kültürel, tarihi anlayış ve kurumların yıkılması, toplumsal kurumların ve insani ilişkilerin kapitalizmi ve işbirlikçiliği, salt iç şiddet kullanımına ya da dış müdahalelere gerek kalmaksızın, kendi öz işleyişleriyle yeniden üreten dinamiklere dayandırılmasıdır, yani “organik hakimiyet” tesisidir. Yani, kısacası, bölge ülkelerini Türkiye’ye benzetmektir amaç.
>>Vijay Prashad’ın tespitiyle söylersek “Arap toprakları için 2011'in ilk aylarındaki olaylar yeni bir tarihin başlangıcı değil, yüz yıllık bitmemiş bir mücadelenin devamı?
Hiç kuşkusuz. Yakın tarih Arap direniş hareketi Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı tahakkümüne karşı başlar ve Sykes-Picot anlaşmasıyla düzenlenmiş Savaş sonrası sömürgeci statükoya karşı mücadeleyle devam eder. Ardından İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Filistin trajedisiyle ve Siyonist devlete karşı direnişle yeni bir evreye girmiştir. Toplumsal direniş, Soğuk Savaş’taki Amerikan müdahaleciliğine; Türkiye öncülüğünde Ortadoğu NATO’su kurma girişimlerine; Dünya Bankası ve IMF projelerine uygun “kalkınma” politikalarının dayatılmasına; ezilenlerin katılımına dayalı demokratik gelişmeleri boğma girişimlerine karşı muhalefetin örgütlenmesiyle de büyük sıçrama göstermiş, pek çok yerde iktidarı ele geçirmiş ve bütün bölgeyi kasıp kavurmuş, emperyalizmle işbirlikçiliği adete felç etmiştir.
Daha sonra, 1967 İsrail saldırısı ve “sol ulusalcı” rejimlerin çürüyüp halk karşıtı karakter edinmesiyle emperyalizm insiyatifi ele almış ve çoğu yerde işbirlikçi iktidarlar oluşturulmuştur. Geride kalanlar da askeri diktatörlüklere ya da polis devletlerine dönüşmüşlerdir. Ne var ki, bu dönemde de, sistematik baskı ve bilinçli çürütme politikalarına karşı direniş sürmüş ve nihayet bugünkü isyanlara dönüşmüştür.
>>ABD, Batılı ülkeler, Türkiye ve Körfez Arap ülkeleri destekli muhalifler neden başarılı olamıyor?
Sömürgeciliğin, emperyalizmin ve işbirlikçiliğin Arap dünyasındaki sabıkası çoktur ve belleklerde, vicdanlarda bıraktığı izler çok derinlerdedir. Arapların kendi yazgılarına hakim olma; egemenlik haklarına kavuşma; yapay olarak bölünmüşlüklerine son verme; gerilik ve gericilik cenderesinden kurtulma; horlanma, değersizleştirilme, aşağılanma travmalarına, savaş yenilgilerine; Filistin’deki adaletsizliğe; yaygın yoksulluk, yoksunluk, hastalık, işsizlik gibi sosyal-ekonomik afetlere son verme; demokratik ve özgür yaşam ihtiyacını hayata geçirme gibi özlemlerinin karşısında her zaman kararlı bir duruşla duran ve bu yöndeki her girişimi şiddetle bastırma yönetimini benimseyen sömürgeci emperyalist güçler birikmiş deneyimle iyi biliniyor.
>>Suriye, medyanın da dâhil olduğu bir BM-NATO operasyonuyla karşı karşıya… Olası bir müdahalenin bölgeye yansımaları nasıl olur?
Böyle bir müdahaleyi İran savaşıyla birlikte ele almak gerek. Ayrıca bu işgal harekatı Hizbullah ve Hamas’ı da hedef alan başka operasyonlara da yol açar. Kuşkusuz, güvenilmez müttefiklerdir ama Rusya ve Çin de bir biçimde duruma müdahil olurlar. Sonuçta bölgenin karışacağı, yıllar sürecek bir kaos ortamının ortaya çıkacağını söylemek abartma olmaz. Sykes-Picot anlaşmasıyla oluşan ve sonraları Soğuk Savaş döneminde kemikleşen statüko zaten büyük oranda çatlamış durumdayken bir Suriye işgaliyle iyice çöker ve yeni düzen için silahların konuşacağı kıyasıya bir rekabet başlar. Şunu da söyleyebiliriz: Emperyalizm böyle bir maceranın altından kalkacak güçte değildir. Dolayısıyla, böylesi delicesine bir hamle yapacağını sanmam. Şimdilik görünen o ki, Suriye özgülünde Türkiye dizginlenmeye çalışılıyor ve İsrail’in de bir İran saldırısında bulunmasına pek sıcak bakılmıyor. En azından koşulların tam olgunlaşmadığı, yeterli bölgesel gücün henüz tahkim edilemediği görüşü hakim. Bir süre daha kışkırtma, zayıflatma, çürütme operasyonları denenmeye devam edecek gibi.
>>ABD ön plana çıkmayıp işi “taşeronları” aracılığıyla sürdürmek istemesinin arka planında neler var?
Yukarıda değindiğim gibi, ABD, Irak ve Afganistan fiyaskolarından, global krizden, içerdeki ortamın karışıklığından, bölgedeki duruştan ve Rusya-Çin blokunun engellemesinden ötürü kendini bunların hepsinin üstesinden gelecek güçte görmüyor. ABD’nin bölgeyi salt kendi askeri gücüyle “dizayn” etme iradesi çoktan kırıldı ve Bush ‘un iktidarı yitirmesi de bunun sonucuydu. BM’yi, NATO’yu, müttefiklerini dikkate almayan ABD sonunda yine taşeronlara, tetikçilere döndü ama onlar da yeterli güce sahip değiller. Bölgeyi zapturapt altına almaya İsrail’in de, hele Türkiye, Katar gibi tetikçilerin de gücü yetmez, bunların maceracı davranışları üstelik geri de teper. Bu korkudan dolayıdır ki, ABD Türkiye’yi ve İsrail’i frenlemeye, kendisini de tehlikeye atacak kadar ölçüsüzce ileri gitmelerini önlemeye çalışıyor. 1957 Suriye krizinde de öyle olmuştu. Türkiye öylesine sorumsuz davranmakta ve işgali savunmaktaydı ki, Sovyetlerin olaya müdahil olmasıyla bir nükleer savaşın çıkacağından ve kendilerinin de başının belaya gireceğinden korkan ABD ile İngiltere Menderes hükümetini yalnız bırakmış, sesini kesmesi için de bir miktar IMF yardımının yapılmasını kararlaştırmışlardı. Yani bazen fazla hevesli tetikçiler tehdit haline de gelebiliyorlar emperyalizm bakımından.
>>AKP iktidarının müdahaleci tavrını etkileyen temel unsur Kürt korkusu mu?
Ana sorun Kürtler kuşkusuz. Türkiye, Irak işgalinde yer alamadığı için oradaki gelişmelerin dışında kaldığını ve bu boşluk nedeniyle de orada bir “Kürt Oluşumu”nun ortaya çıktığını düşünüyor. Bundan çıkardığı “ders” de, Suriye’de askeri gücüyle beslenmiş bir biçimde gelişmelerin içinde bulunmak, ya işgal kuvvetleri içinde yer alarak ya da bir tampon bölgede alan elde ederek gelişmelerde söz sahibi olmak. Amaç da, Suriye’de Irak’takine benzer bir “oluşum”un önüne geçmek, oradaki PKK tabanını baskılamak, PKK ile savaşında bir yeni ileri karakol kurmak, Barzani’ye karşı bir mevzi elde etmek ve olası bir İran savaşı sonrasında Kürt sorununda daha sağlam bir pozisyonda bulunmak.
Buna ek olarak, elbette, Türk milliyetçiliğinin özellikle de Türk-İslam sentezi versiyonunun, hatta Özal örneğinde görüldüğü gibi liberal-işbirlikçi kesimlerinin bir Osmanlı özlemi sözkonusu. Bunların da etkileri oranında ülke içinde ve hükümet nezdinde iştahları kabarttığı söylenebilir. Ayrıca, yeni palazlanan “Anadolu sermayesi”nin de, içerdeki iktidar mücadelesinde mevzi elde ettikçe, bölgedeki emperyalist ganimet sofrasından pay alma ve kendi “Pazar alanı”nı oluşturmak gibi bir hevesi, cüreti, aktif tavrı sözkonusu. Bu, kendisini, yani MÜSİAD kanadını, büyük burjuvazinin TÜSİAD kanadından ayıran bir unsur. Onun için AKP’de kendi iktidarını bulmuş, emperyalizmle Genelkurmay aracılığıyla değil de kendi siyasi temsilcisi hükümet yoluyla ilişkilenmeye başlamış, bölgede de “değerler” zemininde kendini avantajlı konumda zanneden bu yeni büyük burjuva tabakasının dış politikada rolü var. Erdoğan bu nedenle “eski: büyük burjuva kesimini ve onların hükümetlerinin dış politikasını “pasif”, hatta “sünepe” buluyor. Davutoğlu’nun görüşleriyse, özünde, bu çıkarların gerekçelerinin ideolojik tezlerinin oluşturulması, Türk kamuoyuna ve emperyalizme pazarlanmasıdır bir bakıma.
>>Türkiye, hem tetikçi olarak görev yapıyor, hem de taşeronluk görevi ifa ediyor. Ne dersiniz?
Türkiye bölgede emperyalizmin Truva Atı’dır. Truva Atı, bölgeye sızmak ve Batı adına taşeronluk yapmayı içerir bir yanıyla. Öteki yanıyla da, içindeki militer öğeyle tetikçilik aracıdır da. Türkiye, Filistin’e sızarken, Hamas’la görüşürken, İran’ı iknaya çalışırken ve bir aralar Batı taleplerini Esad rejimine iletirken, Lübnan’da BM’nin sözde “Barış Gücü”nde yer alırken, Afganistan’a sömürge valisi gönderirken işin birinci boyutunu öne çıkartıyordu, bölgeyle tarihsel, kültürel bağlarını kullanarak taşeronluk yapıyordu. Kürecik’te ya da şimdilerde Suriye’de ise, Truva Atı rolünün ikinci yanını harekete geçiriyor, tetikçilik yapıyor. Neyi ne zaman yapacağına da emperyalizmin çıkar ve ihtiyaçları karar veriyor.
1957’de ne olmuştu?
1957 yılında Suriye ile Türkiye arasında çıkan kriz sonucunda iki ülke arasındaki sınıra asker yığılmış, savaşın kıyısından dönülmüştü. Sovyetler Birliği ile Suriye arasında yakınlaşma başlaması üzerine 1955'te Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan arasında Sovyet nüfuzunun bölgede yayılmasını önlemek için Bağdat Paktı kuruldu. ABD’nin kışkırtmasıyla Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler gerildi. ABD Başkanı Eisenhower, komşularının harekete geçmemesi durumunda Suriye'de kontrolün kaybedilebileceğini söyledi. Türkiye ve Irak, Suriye sınırına asker yığmaya teşvik edilirken, ABD bölgeye asker ve uçak filoları gönderdi.
Türkiye'nin Suriye'ye karşı tavrı sertleşmeye başladı. Bölge ülkeleri arasında toplantılar yapıldı. ABD sertleştikçe Türkiye de Suriye'ye karşı siyasetini iyice sertleştirdi. Türkiye'nin Suriye sınırındaki askerî manevraları hız kazanırken, sınıra zırhlı ve motorize birlikler yerleştirildi. Daha sonra sınır boylarında iki ülke askerleri arasında karşılıklı küçük çatışmalar yaşandı. Sovyet lideri Kruşçev 8 Ekim 1957'de Türkiye ve ABD'yi "Ortadoğu'da çıkacak bir savaşta füzelerin nereye düşeceği belli olmaz” açıklamasında bulundu. Sovyetlerin sert çıkışı üzerine ABD ve İngiltere frene basarken, dönemin Başbakanı Adnan Menderes yalnızlaştırıldı.
ABD ve Batılı emperyalist ülkelerin bölgesel taşeronluğuna soyunan AKP hükümeti, izlediği işbirlikçi politikalar nedeniyle ülkeyi Suriye ile savaşın eşiğine getirdi. Suriye’de yaklaşık on dokuz aydır süren çatışmalara rejim karşıtı işbirlikçi muhalifleri doğrudan destekleyerek müdahil olan AKP hükümeti, Akçakale’ye düşen top mermilerinin ardından alelacele hazırladığı savaş tezkeresini Meclis’te oyladı. Uluslar arası ilişkiler alanında uzman olan Prof. Dr. Haluk Gerger son kriz üzerinden yaşananları gazetemize değerlendirdi. Gerger’e göre yaşanan son kriz 1957’de yaşanan krizin bir benzeri. Gerger Erdoğan’ın dönemin Başbakanı Menderes gibi yalnız kalacağını söyledi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü eski öğretim üyesi olan Prof. Dr. Haluk Gerger’in bu görevine YÖK ve 1982 anayasası yürürlüğe girdiği gün son verildi. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. İnsan Hakları Derneği Kurucu Üyesi. Darmstadt Teknik Üniversitesi'nde 1996 ve 1999 yıllarında misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Gerger'in "ABD, Ortadoğu ve Türkiye", "Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği 'Soğuk Savaş'tan 'Yeni Dünya Düzeni'ne", "Kan Tadı Belgelerle ABD'nin Kara Kitab" gibi çok sayıda kitabı bulunyor.
>>Akçakale’ye düşen top mermilerinin ardından Suriye ile savaşın eşiğine gelindi. Hükümetin alelacele hazırladığı Suriye tezkeresi Meclis’te oylandı. Olası bir savaş kapıda mı?
Gelişmeler Türkiye ve Suriye arasında 1957’de yaşanan krizi anımsatıyor. 1957’deki Suriye krizinde Türkiye savaş çıkartmak, bunun için de Suriye'yi kışkırtmak amacıyla Suriye sınırına asker yığdı, sınırın öte tarafında jetler uçurdu. Bunlardan güya yanlışlıkla bombalar düşürüldü ve sınır köylerinden insanlar kaçırıldı. Bütün amaç, Suriye'yi bir sınır çatışmasına çekmek ve savaş çıkartarak işgale zemin hazırlamaktı. Bugün de benzer gelişmeler yaşıyoruz. Son Akçakale olayını da böyle değerlendirmek gerekir.
>> 57’deki krizde Türkiye yalnız kalmıştı. Uluslararası toplum savaşın eşiğine getirdiği Türkiye’yi sonradan yalnızlaştırdı. Bugün de bir benzeri mi yaşanıyor?
Bugün de aslında benzer durum var. Batı'da herkes topun kimler tarafından atıldığının bilinmediğine işaret ediyor, Suriye kuvvetlerinden kaynaklansa bile bunun teknik bir hata olduğunda hemfikir bir tavır sergiliyorlar, Suriye'nin elindeki eski Rus silah sistemlerinde böyle hataların oluşabileceğini söylüyorlar ki bunlar gerçekçi değerlendirmeler. Kimsenin Suriye ile savaş başlatmak gibi bir niyeti yok ve Türkiye'yi dizginleyecekleri kuşkusuz. Menderes gibi Erdoğan da yalnız kalacak kuşkusuz ve olayı sadece Türk kamuoyunu manipüle etmek için kullanacak.
1957'de Türkiye'nin nasıl yalnız kaldığını kitabımda anlatıyorum. O zaman Kruşçev New York'ta "Türkiye bir gün bile dayanamaz ama roketler uçuşmaya başlayınca nerelere düşeceği belli olmaz" türünden tehditlerde bulunmuştu ve ABD ile İngiltere geri çekilmişlerdi. Bunlar kitapta ayrıntılı işleniyor. Bugün de aslında benzer durum var.
>>Arap Baharı’nın son halkası olarak görülen Suriye’de çatışmalar kilitlenmiş durumda. Suriye’de bir vekâlet savaşının (Proxy) verildiğini söyleyenler var?
Arap isyanlarına emperyalizmin, örneğin Mısır’da görüldüğü gibi, ilk tepkisi, rejimden safralar atarak ve fakat iktidarın ana kurumlarıyla eşgüdüm içinde restorasyonu sağlamaktı. Bu, kimi ödünlerle bir tür geri adım atmak ama devrimci gelişmeleri önleyerek ve rejimi yeniden tahkim ederek ileriye doğru da hamle yapmaktı. İlk şaşkınlık sonrası ikinci aşamada, Libya’da ve Bahreyn’de görüldüğü gibi, ya NATO aracılığıyla ya da bölge işbirlikçiliğini kullanarak, doğrudan silahlı müdahaleyle sürecin seyrini belirlemek stratejisi devreye sokuldu. Suriye’de yapılan ise, üçüncü aşamayı göstermektedir; var olan meşru hoşnutsuzluğu örgütlemek, silahlandırmak ve iç savaşı kışkırtmak, bir saray darbesi oluşturmak ya da koşullar elverirse doğrudan bir işgali örgütlemek.
>> Emperyalistlerin ve onların bölgesel taşeronlarının müdahalesinin tek nedeni bu mu?Bu işin bir yanı. Öteki yanıyla, plan, asıl bölgesel hedef İran’ın en temel ileri savunma siperini düşürmek, onun “güvenlik hinterlandı”nda bir kara delik açmak. Nihayet, Yeni Dünya Düzeni’nin “müdahale hukuku”nu bir kez daha pratiğe dökmek de stratejik amaç. Buna göre, genel olarak emperyalizm, özel olarak da ABD, uygun gördüğü durum ve yerlerde, silahlı müdahaleyle rejim değişikliği yapma, iç düzenleri düzenleme hakkına sahip ve yeni düzenin altyapısının oluşturulmasının, dünya barışının savunulmasının, uluslararası meşruiyetin korunmasının küresel olarak kabul edilmiş yolu, yöntemi budur. Böyle olunca, sürecin taraflar tablosu elbette salt ABD ile Suriye rejimini aşıyor, İran’ı ve Çin ile Rusya’yı, giderek, bütün uluslararası toplumu da kapsıyor. Suriye rejimi de, bir yandan dış destekler bulabiliyor, içerdeki çok parçalı etnik-kültürel yapının özelliklerinden yararlanarak ülkedeki destek tabanını koruyabiliyor ve böylece tam bir çözülmeyi önleyebiliyor.
>>Emperyalist tasavvur ve tahayyüllerin bu süreçteki etkisi nedir?
Arap isyanları, esas olarak, on yıllardır için kaynayan iç muhalefet dinamiklerinden, yaygın hoşnutsuzluklardan, demokratik taleplerden kaynaklanıyor. Bununla birlikte, artık bölgede içsel bir unsur olan emperyalizm de, ilk şaşkınlığın hemen ardından, müdahil bir aktör olagelmiştir bütün süreç boyunca. Emperyalizmin genel olarak üç hedefi vardır: Birincisi, politik olanı, İsrail’in ve ABD’nin hegemonyasına boyun eğmiş ve bunları yeniden üretmeye muktedir rejimlerin oluşması, bölgenin Yeni Dünya Düzeni’ne uygun hale getirilmesidir. İkincisi, ekonomik olanıysa, bölge ekonomisinin bütünüyle küreselleşmeye eklemlenmesi ve enerji kaynaklarıyla ikmal yollarının emperyalist denetim altında tutulmasıdır. Üçüncü olarak, sosyal boyut ise, bölgede vahşi (liberal) kapitalizme karşı sosyal, kültürel, tarihi anlayış ve kurumların yıkılması, toplumsal kurumların ve insani ilişkilerin kapitalizmi ve işbirlikçiliği, salt iç şiddet kullanımına ya da dış müdahalelere gerek kalmaksızın, kendi öz işleyişleriyle yeniden üreten dinamiklere dayandırılmasıdır, yani “organik hakimiyet” tesisidir. Yani, kısacası, bölge ülkelerini Türkiye’ye benzetmektir amaç.
>>Vijay Prashad’ın tespitiyle söylersek “Arap toprakları için 2011'in ilk aylarındaki olaylar yeni bir tarihin başlangıcı değil, yüz yıllık bitmemiş bir mücadelenin devamı?
Hiç kuşkusuz. Yakın tarih Arap direniş hareketi Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı tahakkümüne karşı başlar ve Sykes-Picot anlaşmasıyla düzenlenmiş Savaş sonrası sömürgeci statükoya karşı mücadeleyle devam eder. Ardından İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Filistin trajedisiyle ve Siyonist devlete karşı direnişle yeni bir evreye girmiştir. Toplumsal direniş, Soğuk Savaş’taki Amerikan müdahaleciliğine; Türkiye öncülüğünde Ortadoğu NATO’su kurma girişimlerine; Dünya Bankası ve IMF projelerine uygun “kalkınma” politikalarının dayatılmasına; ezilenlerin katılımına dayalı demokratik gelişmeleri boğma girişimlerine karşı muhalefetin örgütlenmesiyle de büyük sıçrama göstermiş, pek çok yerde iktidarı ele geçirmiş ve bütün bölgeyi kasıp kavurmuş, emperyalizmle işbirlikçiliği adete felç etmiştir.
Daha sonra, 1967 İsrail saldırısı ve “sol ulusalcı” rejimlerin çürüyüp halk karşıtı karakter edinmesiyle emperyalizm insiyatifi ele almış ve çoğu yerde işbirlikçi iktidarlar oluşturulmuştur. Geride kalanlar da askeri diktatörlüklere ya da polis devletlerine dönüşmüşlerdir. Ne var ki, bu dönemde de, sistematik baskı ve bilinçli çürütme politikalarına karşı direniş sürmüş ve nihayet bugünkü isyanlara dönüşmüştür.
>>ABD, Batılı ülkeler, Türkiye ve Körfez Arap ülkeleri destekli muhalifler neden başarılı olamıyor?
Sömürgeciliğin, emperyalizmin ve işbirlikçiliğin Arap dünyasındaki sabıkası çoktur ve belleklerde, vicdanlarda bıraktığı izler çok derinlerdedir. Arapların kendi yazgılarına hakim olma; egemenlik haklarına kavuşma; yapay olarak bölünmüşlüklerine son verme; gerilik ve gericilik cenderesinden kurtulma; horlanma, değersizleştirilme, aşağılanma travmalarına, savaş yenilgilerine; Filistin’deki adaletsizliğe; yaygın yoksulluk, yoksunluk, hastalık, işsizlik gibi sosyal-ekonomik afetlere son verme; demokratik ve özgür yaşam ihtiyacını hayata geçirme gibi özlemlerinin karşısında her zaman kararlı bir duruşla duran ve bu yöndeki her girişimi şiddetle bastırma yönetimini benimseyen sömürgeci emperyalist güçler birikmiş deneyimle iyi biliniyor.
>>Suriye, medyanın da dâhil olduğu bir BM-NATO operasyonuyla karşı karşıya… Olası bir müdahalenin bölgeye yansımaları nasıl olur?
Böyle bir müdahaleyi İran savaşıyla birlikte ele almak gerek. Ayrıca bu işgal harekatı Hizbullah ve Hamas’ı da hedef alan başka operasyonlara da yol açar. Kuşkusuz, güvenilmez müttefiklerdir ama Rusya ve Çin de bir biçimde duruma müdahil olurlar. Sonuçta bölgenin karışacağı, yıllar sürecek bir kaos ortamının ortaya çıkacağını söylemek abartma olmaz. Sykes-Picot anlaşmasıyla oluşan ve sonraları Soğuk Savaş döneminde kemikleşen statüko zaten büyük oranda çatlamış durumdayken bir Suriye işgaliyle iyice çöker ve yeni düzen için silahların konuşacağı kıyasıya bir rekabet başlar. Şunu da söyleyebiliriz: Emperyalizm böyle bir maceranın altından kalkacak güçte değildir. Dolayısıyla, böylesi delicesine bir hamle yapacağını sanmam. Şimdilik görünen o ki, Suriye özgülünde Türkiye dizginlenmeye çalışılıyor ve İsrail’in de bir İran saldırısında bulunmasına pek sıcak bakılmıyor. En azından koşulların tam olgunlaşmadığı, yeterli bölgesel gücün henüz tahkim edilemediği görüşü hakim. Bir süre daha kışkırtma, zayıflatma, çürütme operasyonları denenmeye devam edecek gibi.
>>ABD ön plana çıkmayıp işi “taşeronları” aracılığıyla sürdürmek istemesinin arka planında neler var?
Yukarıda değindiğim gibi, ABD, Irak ve Afganistan fiyaskolarından, global krizden, içerdeki ortamın karışıklığından, bölgedeki duruştan ve Rusya-Çin blokunun engellemesinden ötürü kendini bunların hepsinin üstesinden gelecek güçte görmüyor. ABD’nin bölgeyi salt kendi askeri gücüyle “dizayn” etme iradesi çoktan kırıldı ve Bush ‘un iktidarı yitirmesi de bunun sonucuydu. BM’yi, NATO’yu, müttefiklerini dikkate almayan ABD sonunda yine taşeronlara, tetikçilere döndü ama onlar da yeterli güce sahip değiller. Bölgeyi zapturapt altına almaya İsrail’in de, hele Türkiye, Katar gibi tetikçilerin de gücü yetmez, bunların maceracı davranışları üstelik geri de teper. Bu korkudan dolayıdır ki, ABD Türkiye’yi ve İsrail’i frenlemeye, kendisini de tehlikeye atacak kadar ölçüsüzce ileri gitmelerini önlemeye çalışıyor. 1957 Suriye krizinde de öyle olmuştu. Türkiye öylesine sorumsuz davranmakta ve işgali savunmaktaydı ki, Sovyetlerin olaya müdahil olmasıyla bir nükleer savaşın çıkacağından ve kendilerinin de başının belaya gireceğinden korkan ABD ile İngiltere Menderes hükümetini yalnız bırakmış, sesini kesmesi için de bir miktar IMF yardımının yapılmasını kararlaştırmışlardı. Yani bazen fazla hevesli tetikçiler tehdit haline de gelebiliyorlar emperyalizm bakımından.
>>AKP iktidarının müdahaleci tavrını etkileyen temel unsur Kürt korkusu mu?
Ana sorun Kürtler kuşkusuz. Türkiye, Irak işgalinde yer alamadığı için oradaki gelişmelerin dışında kaldığını ve bu boşluk nedeniyle de orada bir “Kürt Oluşumu”nun ortaya çıktığını düşünüyor. Bundan çıkardığı “ders” de, Suriye’de askeri gücüyle beslenmiş bir biçimde gelişmelerin içinde bulunmak, ya işgal kuvvetleri içinde yer alarak ya da bir tampon bölgede alan elde ederek gelişmelerde söz sahibi olmak. Amaç da, Suriye’de Irak’takine benzer bir “oluşum”un önüne geçmek, oradaki PKK tabanını baskılamak, PKK ile savaşında bir yeni ileri karakol kurmak, Barzani’ye karşı bir mevzi elde etmek ve olası bir İran savaşı sonrasında Kürt sorununda daha sağlam bir pozisyonda bulunmak.
Buna ek olarak, elbette, Türk milliyetçiliğinin özellikle de Türk-İslam sentezi versiyonunun, hatta Özal örneğinde görüldüğü gibi liberal-işbirlikçi kesimlerinin bir Osmanlı özlemi sözkonusu. Bunların da etkileri oranında ülke içinde ve hükümet nezdinde iştahları kabarttığı söylenebilir. Ayrıca, yeni palazlanan “Anadolu sermayesi”nin de, içerdeki iktidar mücadelesinde mevzi elde ettikçe, bölgedeki emperyalist ganimet sofrasından pay alma ve kendi “Pazar alanı”nı oluşturmak gibi bir hevesi, cüreti, aktif tavrı sözkonusu. Bu, kendisini, yani MÜSİAD kanadını, büyük burjuvazinin TÜSİAD kanadından ayıran bir unsur. Onun için AKP’de kendi iktidarını bulmuş, emperyalizmle Genelkurmay aracılığıyla değil de kendi siyasi temsilcisi hükümet yoluyla ilişkilenmeye başlamış, bölgede de “değerler” zemininde kendini avantajlı konumda zanneden bu yeni büyük burjuva tabakasının dış politikada rolü var. Erdoğan bu nedenle “eski: büyük burjuva kesimini ve onların hükümetlerinin dış politikasını “pasif”, hatta “sünepe” buluyor. Davutoğlu’nun görüşleriyse, özünde, bu çıkarların gerekçelerinin ideolojik tezlerinin oluşturulması, Türk kamuoyuna ve emperyalizme pazarlanmasıdır bir bakıma.
>>Türkiye, hem tetikçi olarak görev yapıyor, hem de taşeronluk görevi ifa ediyor. Ne dersiniz?
Türkiye bölgede emperyalizmin Truva Atı’dır. Truva Atı, bölgeye sızmak ve Batı adına taşeronluk yapmayı içerir bir yanıyla. Öteki yanıyla da, içindeki militer öğeyle tetikçilik aracıdır da. Türkiye, Filistin’e sızarken, Hamas’la görüşürken, İran’ı iknaya çalışırken ve bir aralar Batı taleplerini Esad rejimine iletirken, Lübnan’da BM’nin sözde “Barış Gücü”nde yer alırken, Afganistan’a sömürge valisi gönderirken işin birinci boyutunu öne çıkartıyordu, bölgeyle tarihsel, kültürel bağlarını kullanarak taşeronluk yapıyordu. Kürecik’te ya da şimdilerde Suriye’de ise, Truva Atı rolünün ikinci yanını harekete geçiriyor, tetikçilik yapıyor. Neyi ne zaman yapacağına da emperyalizmin çıkar ve ihtiyaçları karar veriyor.
1957’de ne olmuştu?
1957 yılında Suriye ile Türkiye arasında çıkan kriz sonucunda iki ülke arasındaki sınıra asker yığılmış, savaşın kıyısından dönülmüştü. Sovyetler Birliği ile Suriye arasında yakınlaşma başlaması üzerine 1955'te Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan arasında Sovyet nüfuzunun bölgede yayılmasını önlemek için Bağdat Paktı kuruldu. ABD’nin kışkırtmasıyla Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler gerildi. ABD Başkanı Eisenhower, komşularının harekete geçmemesi durumunda Suriye'de kontrolün kaybedilebileceğini söyledi. Türkiye ve Irak, Suriye sınırına asker yığmaya teşvik edilirken, ABD bölgeye asker ve uçak filoları gönderdi.
Türkiye'nin Suriye'ye karşı tavrı sertleşmeye başladı. Bölge ülkeleri arasında toplantılar yapıldı. ABD sertleştikçe Türkiye de Suriye'ye karşı siyasetini iyice sertleştirdi. Türkiye'nin Suriye sınırındaki askerî manevraları hız kazanırken, sınıra zırhlı ve motorize birlikler yerleştirildi. Daha sonra sınır boylarında iki ülke askerleri arasında karşılıklı küçük çatışmalar yaşandı. Sovyet lideri Kruşçev 8 Ekim 1957'de Türkiye ve ABD'yi "Ortadoğu'da çıkacak bir savaşta füzelerin nereye düşeceği belli olmaz” açıklamasında bulundu. Sovyetlerin sert çıkışı üzerine ABD ve İngiltere frene basarken, dönemin Başbakanı Adnan Menderes yalnızlaştırıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder