Yazar Sema Kaygusuz,
Fransa'da yayımlanan Liberation gazetesinde 'Müslüman bir ülkede kadın olmayı'
anlattı
Sema Kaygusuz
07/09/2012 T24
Benim için Müslümanlık, beklenmedik zamanlarda
yüzüme vurulan, hazırlıksız yakalandığım bir kimliktir. Dinsiz biri olup kendi
ülkemde dilediğimce yaşamama rağmen, Avrupa’da herhangi bir şehre, Paris’e,
Berlin’e, Zürih’e adımımı atar atmaz Müslüman bir kadın olarak tanımlanırım.
Bir restoranda şarap içmem daima hayret uyandırmıştır. Türkiye’den geldiğimi
bilen insanlar bu sahneyi ne kadar yadırgadıklarını saklamayamazlar. Nüfusunun
yüzde doksan dokuzunun kesinlikle Müslüman addedildiği ülkemde bile bir kez
olsun şarap içtiğim için yadırganmamışken, Avrupa’da günahkar bir kadının
huzursuzluğuyla kadehimi yudumlarım. Gündelik hayata serpiştirilen
önyargıların, kültür katmanlarını nasıl da tek bir yüzeye indirgediğini
şiddetle fark ettiğim anlardır bunlar. Ateist, Deist, Agnostik, Hıristiyan veya
Musevi veya dinsiz olabileceğim ya da pek dindar olmadığım akla gelmediği gibi,
Türkiye’deki yirmi milyon Alevi’den biri olabileceğim, ya da tasavvuf ehli
şairlerden esinle bedensel aşkla ilahi aşkı aynı kadehe döküp her yudum şarapta
Allah’a şükran duyuyor olabileceğim de akla gelmez.
Dinlerin kitle kültürüne dönüştürüldüğü,
faşizmin ancak kitle kültüründe tomurcuklandığı böylesi acılı bir çağda, dini
aidiyetleri kaskatı kimlikler haline getirme saplantısı hepimizin benliğini
oyuyor. Bireyleri dinlerine göre tasniflemenin bedelini insanlık defalarca
ödedi. Ne var ki hâlâ din ulusal kimliğe yapışık keskin bir kimlik olarak
algılanıyor. Sözgelimi bir insan Türkiyeli ise dolayısıyla Müslümandır. Hatta
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek tipleştirici modernleşme projesinin vaaz
ettiği gibi her Türk, Sünni bir
Müslümandır. Halbuki halklara canlı kültürün içinden baktığımızda, bugünkü
dinsel inançların içeriğinde nice değişik dinsel katmanla karşılaşırız. Tarih
boyunca on yedi devlet kuran Türkler eskiden Konfuçyünist ve Taoisttiler,
yedinci yüzyıldan sonra Budist, Manist, ateşperest Mecusiydiler; semavi
dinlerden hemen önce Şamanist, Panteist, dört yüz yıllık Hazar Devleti
sırasında da Yahudiydiler, dokuzuncu yüzyıldan sonra Hıristiyanlığa geçen bazı
topluluklar hâlâ Ortodoks Hıristiyan olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Kürtler
ise Zerdüşilikten geliyorlar. Sayıları çok az da olsa halen Ermeniler,
Süryaniler, Yezidiler, Batıda ise Rumlar yaşıyor.
Bu yüzden Türkiye gibi etnik çeşitliliği olan
bir ülkeye dışarıdan bakıp Müslüman kadın diye bir tipoloji aramak nerdeyse
imkânsızdır. Müslüman bir ülkede kadın olmak sorusu ise doğası gereği anti laik
bir yaklaşımdır. Ama Türkiye’de Alevi olmak, Kürt olmak, Ermeni, Süryani olmak
nasıl bir şey, ataerkil bir ülkede feminist bir kadın veya eşcinsel olmak, ya
da laik bir ülkede başörtülü olmak nasıl bir şey diye sorarsanız, o vakit çok
spesifik konulara gireriz. Çünkü artık konumuz zihniyetlerdir, ideolojiler,
politikalardır. Radikal islamcı terörün ve katlanarak büyüyen İslamafobi’nin
kökenlerini İslamiyet’te aramak yerine dünyayı dibine kadar sömüren silah
tüccarlarının, petrol şirketlerinin, sömürgeci iktidarların etkinliklerine
bakmak yeterlidir sanıyorum. Bugün ancak burkayla sokağa çıkabilen Afgan
kadınların büyükanneleri bundan elli yıl önce üniversitelerde tıp eğitimi
alabiliyorlardı. O zaman da Müslümandılar. Şimdi ise kadınları birer yan ürün
gibi algılayan Afganistan hükümeti uluslararası toplum tarafından desteklenen
bir hükümettir. Batılı güçlerin “özgürlük ve refah” vaat eden operasyonları
ardından Afganistan ümit ettiği geleceği asla elde edemedi. Savaş ve
uyuşturucu her zaman daha kârlıydı çünkü.
Batılılaşma macerasında Türkiye Cumhuriyeti,
başörtüsünü kamusal alanda yasaklayarak tayyörlü, modern bir kadın hayal etti.
1926-1934 yılları süresince yasal eşitlikten seçme seçilme hakarına kadar bir
dizi anayasal haklar inşa etti. Türkiye’de kadın haklarının Fransa, İtalya ve
İsviçre’den yıllar önce tanınmış olması halen bir övünme vesilesidir. Ne var ki
feminist hareketle uyumlu bir modernleşme değildir bu, tam tersine erkeğin
kadına bahşettiği medeni haklar olarak resmedilmiştir hep. Öte yandan son on
beş yılda kırsal bölgelerdeki muhafazakar kesimin kentleşmesi ile yeni bir orta
sınıf oluştu ve evlerde oturan kadınlar türbanla üniversiteye gitmek,
milletvekili olmak, kamusal alanda çalışmak istedikleri vakit büyük bir
dirençle karşılaştılar. Kimsenin hazırlıklı olmadığı bir söylem gelişti,
kadının başörtüsü birdenbire özgürlük gibi bir kavramla yan yana geldi.
“Başörtüsü özgürlüğü” hâlâ epey tartışmalı bir konudur ve muhafazakar AKP
hükümetinin hayli uzun iktidarına rağmen resmen yasaktır. Türkiye’nin geniş bir
kesimi İran gibi olmaktan öylesi ürker ki baş örtülü kadını tehdit olarak
algılar. Bugün Avrupa’da da aşağı yukarı benzer bir ürküntü var. Niyeyse
kimse başörtüsünün bir kadının evden çıkma aracı olduğunu akla getirmez.
Halbuki muhafazakar ailelerden gelen birçok genç kadın baş örtüleri sayesinde
evden çıkabilmiş üniversitelere gidebilmişlerdir.
Şimdi her şey değişmeye başladı. Gittikçe
otoriterleşen liberal-muhafazakar bir dile maruz kalıyoruz. Kürtaj yasağı gibi
toplumda karşılığı olmayan tartışmaların boğuntusunda liberal sermaye ile
muhafazakar sermaye birbiriyle flört etmeye başladı bile. Laikler ve İslamcılar
arasındaki çatışma medyada süredursun büyük bir hızla sınıfsal bir yarılma
gerçekleşiyor. Eskiden İslam bir teslimiyet ve tevazu diniyken, bugün türbanlı
zengin kadınların yaşam biçimlerinin sosyeteden hiçbir farkı kalmadı. Onların
da Moldovyalı hizmetçileri, özel şoförleri, çok yakından takip ettikleri moda
defileleri, otellerde kutlamaya dönüşen iftar sofraları, deniz banyosu
yaptıkları özel sahilleri, otelleri var. Yani pek de öyle göründüğü gibi
Türkiye dindarlaşmıyor, tam tersine yeni liberal muhafazakarlık kisvesi altında
hızla maneviyatını yitiriyor. Sadece biçimsel bir töre haline gelen İslam,
ibadet değil bir şölen artık. Taptıkları tanrı sadece para kazanmayı öğütlüyor.
Yoksullar, dışlananlar mümin ya da dinsiz bütün ezilenler her zamanki gibi aynı
saflarda sömürülüyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yoksullar yoksullara,
arsızlar arsızlara benziyor.
Sema Kaygusuz'un bu yazısı Liberation gazetesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder