3 Eylül 2012

AKP bu kez gerçeği istiyor..Tamamını..

Yetvart Danzikyan Radikal
AKP şimdiye kadar kendisine bağlı olmayan medyadan gerçeğin bir kısmını istiyordu. Artık tamamını istiyor. Biliyorum talep edilen kesim "şimdi vermesek, şey olur" filan diyecek, ama bu, devasa bir meseleyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecek.
Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz cuma akşamı özenle seçilmiş gazetecilerle yaptığı söyleşide verdiği mesajlar gerçekten dikkate değerdi. Erdoğan bu tip söyleşilerde yapageldiği üzere yine toplumun farklı kesimlerini baskılayan, partisinin ve kendisini otoritesinin bir kez daha altını çizen açıklamalar yaptı. İkisi üzerinde duracağım. İlki Hüseyin Aygün meselesi. Bilindiği gibi CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün PKK tarafından kaçırıldığında AKP Milletvekili Şamil Tayyar bunun bir danışıklı dövüş olduğunu öne sürmüş, bu açıklama kamuoyuhda tepkilere neden olmuştu. Tayyar’a göre bu planla PKK kamuoyuna mesaj verecekti. Kaçırılma vakasının detayları netleşince bunun tabii ki böyle olmadığı anlaşıldı ancak Tayyar iddialarını sürdürdü ve Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamaları da kendine dayanak yaptı. Aygün bilindiği gibi serbest bırakıldıktan sonra kendisini kaçıran PKK’lıların barış yanlısı masajlarını aktarmış, onlardan “teröristler” diye söz etmemişti. 
Devleti tüm o bilindik zihniyetiyle devralan AKP’nin böyle şeylere tahammülü yoktur bilindiği gibi . Kürt sorununda “bastırma/tedip” politikalarına dönüldüğünden beri Cumhuriyet rejiminin klasik Kürt politikası refleksleri tamamiyle benimsenmiştir. Bu açıdan bakınca Tayyar’ın sözleri yakışıksız olmakla birlikte şaşırtıcı da değildi. Konu böylece kapanır gider diyorduk ki Erdoğan cuma akşamki “danışıklı dövüş”te konuyu yeniden açtı. Erdoğan’a göre de Aygün’ün kaçırılması şüpheliydi. Şöyle dedi Erdoğan: “Milletvekili ifadelerinde kendisini kaçıranlara ‘terörist’ diyemiyor ‘arkadaşlar’ diyor, bunlar da çok manidar. Bu konuda yaptırdığım anketlere göre vatandaşlar da inanmıyor kaçırıldığına..”

Her şeyi geçtim de, anket? Yani doğru anlıyorsak Erdoğan ya da AKP, Hüseyin Aygün’ün kaçırılması vakası için özel bir anket düzenlemiş. Ve anlaşılıyor ki, bu ankette “Hüseyin Aygün’ün gerçekten kaçırıldığına inanıyor musunuz?” gibi bir soru sorulmuş, çünkü başka türlü böyle bir yanıt ortaya çıkamaz. Burada devasa bir acayiplik var, işin doğrusu. (Hazır anket düzenlemişken başka sorular da sorulmuştur muhtemelen, ya da belki de başka bir anketin detay sorusuydu bu; ancak gazetecilerin bunu açmaya yönelik bir soru yöneltip yöneltmediğini anlayamadım gazetelerdeki haberlerden)

Ne diyorduk, bu işte bir acayiplik var. Bir Hükümet’in böyle bir konuda vatandaşa kendi peşin hükümlü görüşünün sağlamasını aldıracak sorular sorması, açıkçası Hükümet’in başka şeylerin peşinde olduğunu gösterir. Belli ki iktidar, yeni ve başka –kerameti kendinden menkul- bir gerçeklik kurgusu peşindedir. Bu gerçeklik kurgusu için de kendi aklınca en sorgulanamaz makama, halka başvurmaktadır. Bu, görünürdeki olabilirliğine karşın, aslına bakarsanız tehlikeli bir yoldur. Zira günün birinde Hükümet’in biri ya da aynı Hükümet, kalkar “linç serbest kalsın mı?” diye bir anket de yapabilir.”Kalsın” dendiğini farzedelim. Ne yapacaksınız o zaman? Serbest mi bırakacaksınız? Temel insan haklarının –bu örnekte, bir beyanın gerçekliğinin- anket konusu yapılması, demokrasiye ve insan haklarına pek de uygun değildir, özetle.

İnsan hakları demişken, hafızalarımızı biraz zorlarsak aslında bu anket işinin yeni bir uygulama olmadığını da görürüz. Hatırlanacaktır AKP tutuklu milletvekilleri lehine düzenleme yapmaktan vazgeçtiğinde de aynı gerekçeyi öne sürmüştü: “Anket yaptırdık, vatandaş istemiyor..” Bu açıklama o vakitler gerektiği kadar tartışılmadı bana sorarsanız. Burada da temel bir insan hakkı ihlalinin sularına girdiğimiz hissetmiyor muyuz? Bu anketlerin sonu sizce nereye varacak? Mesela “Kürtlere ne kadar hak verelim?” gibi bir anket yaptırmış olabilir mi acaba AKP, sonuçlarını gizlediği?

Aynı söyleşide Erdoğan bir başka çıkış daha yaptı. Yazılı ve görsel basından bir talepte bulundu daha doğrusu. “Terör olaylarını hiç girmeyin” dedi. Doğrusu bu da yepyeni, AKP iktidarına özgü bir bakış açısı. Evet Kürt sorunu konusunda devletin, hükümetlerin basın için her zaman bir “yönlendirmesi” olmuştur, eskisiyle yenisiyle ana akım medya da bunu şevkle benimsemiştir, hatta kimi örneklerde “yönlendirmeye pek de gerek yokmuş, hatta biraz frenlemeye gerek varmış” hissi bile vermiştir. (Son örnek için bkz: Hürriyet’in dünkü Şemdinli çıkarması) Ama “hiç girmemek”? İşte bu yepyenidir ve AKP’ye, Erdoğan’a özgüdür. Başbakan bu talebe gerekçe olarak”terörün propagandasını yapıyorsunuz” argümanını ortaya sürüverdi. Şöyle mi olmasını istiyor yani AKP? Sivillere ya da askerlere yönelik bir saldırı olmuş ve gazeteler televizyonlar bunu girmiyor. (Küçük değil, “hiç girmeyin” dedi Erdoğan) Bunun ne manaya geldiğini AKP bilmiyor olamaz. Halkın haber alma hakkının alenen kısıtlanmasıdır bu. Ve sadece otoriter/totaliter rejimlerin başvurduğu bir uygulamadır. Böyle anılmak istiyorsa ne mutlu ona.

Fakat tabii meselemiz burada bitmiyor. Muhtemelen bu talep karşılık bulacak. “İleri demokrasi”ye uygun mevcut medya düzeninde bilindiği gibi büyük sermayeye bağlı medya grupları mevcut tek parti hükümeti ile aralarını bozmaya cesaret edemediklerinden bu talepleri bir iki mırın kırından sonra yerine getirmekteler. Zira “Şef”in gadrine uğramak hiç de hoş olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Hiçbir sermaye grubu (hatta AKP yanlısı basın bile) bunu göze alamadığından çoğu zaman Şef’in ya da çevresindekilerin uyarısına bile gerek kalmadan yazarların, yorumcuların işlerine son vermektedirler. Haber mi? Onu zaten soran yok. Daha kapsamlı bir dosyanın alanına girdiğimiz için bir başka sefer değinmek üzere bu medya faslını burada kesiyorum, ancak bu talebin kimi küçük revizyonlara uğrayarak (“hiç değil de, küçük girelim bari”) karşılık bulacağını düşünebiliriz herhalde. (Zaten bu tavrı meşrulaştırma işlemleri bir süredir bazı gazetelerde başlamış durumda. Bu denklemde talep edileni medyanın kendi fikriymiş gibi sunması da önemlidir.)

Şöyle bir yere geldik dolayısıyla. AKP şimdiye kadar kendisine doğrudan bağlı olmayan medyadan gerçeğin bir kısmını istiyordu. Artık tamamını istiyor. Biliyorum talep edilen kesim “şimdi vermesek, şey olur” filan diyecek, ama bu, devasa bir meseleyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecek. Şu yüzden: aslında istenen gerçek bizim gerçeğimizdir. Ve tabii şu yüzden: Her geçen gün totaliter bir eğilimin ipuçların görmekte, ancak bunu dile getirdiğimizde zihniyet polislerince durdurulmaktayız. Değil mi ki AKP vesayet sistemini bitirmiştir? Üstelik milli iradeyi temsil etmektedir? İşin doğrusu buralar muğlak ve geçişkenli alanlardır. Milli iradenin bir aşamadan sonra pekala baskı unsuru haline geldiği bilinmekte. Seçimlerin yetmediği yerde ise gördüğünüz gibi kamuoyu anketleri imdada yetişmekte, “gerçek” sorgulanamaz ama iktidar tarafından manipüle edilebilir bir forma kavuşabilmektedir. Gerçek artık iktidarın tekelindeyse, görünürde halkın yararı uğruna gizlenebilir, deforme edilebilir, hatta yok edilebilir hale gelmişse o bahsettiğim ipuçları birikmiş demektir.

Yazının sonunda bu konulara kafa yormuş bir siyaset felsefecisi olan Hannah Arendt’in totalitarizmi bambaşka ve çok daha derin/kapsamlı bir bağlamda ele aldığı makalesinden bir pasaj aktaracağım. Arendt bilindiği üzere totalitarizmi “modernizm”in bir ürünü olarak görüyordu ve konuyu ele aldığı bağlam geçtiğimiz yüzyıla özgü, modern düşüncenin ve siyasal sistemlerin yarattığı arazlara ilişkindi. Ancak şu cümleler bence bugün için de bir fikir verebilir:

“Totaliter sistemler eylemin herhangi bir hipoteze dayandırılabileceğini ve tutarlılıkla yönlendirilmiş bir eylemin akışı içerisinde o özgül hipotezin hakikat haline gelerek fiili, olgusal bir gerçeklik haline dönüşeceğini tanıtlamak gibi bir eğilim içindedirler. Tutarlı eylemin temelinde yatan varsayım, haz kadar çılgınlık verici de olabilir ama daima sonradan “nesnel olarak” doğru olan olgular yaratmayı amaçlar. Fiili olgular tarafından kanıtlansın kanıtlanmasın, başlangıçta bir hipotezden başka bir şey olmayan şey, tutarlı eylemin cereyanı içinde asla çürütülmeyecek bir gerçek haline dönüşecektir daima.” (Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim yayınları, sayfa 122-123)

Ha, bitirmeden son bir not. Erdoğan aynı söyleşide Uludere için özür dilenmeyeceğinin mesajını da vermiş. Bu konuda da anket mi yaptırdı acaba?

Hiç yorum yok: