Başbakan Erdoğan'ın
basılmamış kitabını bombaya benzettiği Ahmet Şık bugün piyasaya çıkacak 'Pusu'
kitabında cemaatin polisteki fişleme kayıtlarını yayımlıyor
Odatv davası nedeniyle “1
yıl 11 gün 15 saat” Silivri’de
hapis yattıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan gazeteci
Ahmet Şık bugün piyasaya çıkan‘Pusu/Devletin
Yeni Sahipleri’ adlı kitabında,“hedef alınmasına yol açan” belgeyi yayımladı.
Şık, Hanefi Avcı’nın
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği ve soruşturma sırasında bir türlü
ortaya çıkmayan “cemaatin polisteki fişleme kayıtlarına” yeni
kitabında yer verdi.
Ankara Çevik Kuvvet
Şube Müdürlüğü’nde görevli çok sayıda polisin fişlendiğini gösteren ve 2007
yılında düzenlendiği öne sürülen belgelerde, binlerce polisin kimlik bilgileri
ve sicil numaraları, görev yerleri, bağlı bulundukları birim ve hatta nereden
atandığına kadar bilgiler bulunuyor. Belgelerde, “fişleme
yapılan polislerin, cemaatle ilişkisinin 1’den 5’e kadar derecelendirildiği” görülüyor.
Şık kitabında, belgeler için “İşte peşinde olduğum belgelerden birisi de Hanefi Avcı’nın elinde olan ve yargı makamlarına teslim edildikten sonra ‘yok’ denilen, ardından var olduğu söylenip adli emanete kaldırıldığı öne sürülen bu fişleme kayıtlarıydı. Muhtemelen benim peşimde olanların da yayımlanmasını istemedikleri belge. Zaten bu yüzden tıpkı Odatv davasının diğer mağdurları gibi bir komployla tutuklanmam yetmediği gibi toplatma kararı verilen üzerinde çalıştığım kitap imha edilmeye de çalışıldı. İşte o kitapta yer alması istenmeyen belge şimdi karşınızda” diye yazıyor...
Şık kitabında, belgeler için “İşte peşinde olduğum belgelerden birisi de Hanefi Avcı’nın elinde olan ve yargı makamlarına teslim edildikten sonra ‘yok’ denilen, ardından var olduğu söylenip adli emanete kaldırıldığı öne sürülen bu fişleme kayıtlarıydı. Muhtemelen benim peşimde olanların da yayımlanmasını istemedikleri belge. Zaten bu yüzden tıpkı Odatv davasının diğer mağdurları gibi bir komployla tutuklanmam yetmediği gibi toplatma kararı verilen üzerinde çalıştığım kitap imha edilmeye de çalışıldı. İşte o kitapta yer alması istenmeyen belge şimdi karşınızda” diye yazıyor...
Şık’ın kitabında
Silivri’de hapis yatarken yaşamını yitiren eski MİT’çi Kaşif Kozinoğlu’yla
ilgili de çok önemli bir belge de yer alıyor. Belgeye göre, Kozinoğlu’nun
telefonları dört mahkeme kararıyla 9 ay boyunca dinleniyor. İstanbul
Emniyeti’nin beşinci kez dinleme talebi ise o tarihte Ergenekon ile Odatv
soruşturmalarını yürüten ve aralarında Zekeriya Öz’ün de bulunduğu dört özel
yetkili savcı tarafından reddediliyor. Dört savcının imzasını taşıyan belgede
reddedilme gerekçesi, “polisin talep yazısında ekli telefon görüşme tapelerinde
yasadışı terör örgütü faaliyeti olarak nitelendirilebilecek bir bulguya
rastlanmadığı” olarak açıklanıyor. Buna karşın 14 ay sonra ret kararında imzası
olan dört savcıdan biri olan Zekeriya Öz, “terör örgütü faaliyeti yok” dediği “telefon kayıtlarını tutuklamaların gerekçeleri arasında
gösteriyor” ve söz konusu konuşma içeriklerinden
Kozinoğlu’na sorular yöneltiyor. Şık kitabında soruşturma makamlarını zor
durumda bırakacak olan bu evrakın Odatv dosyasına konulmadığını ve gizlendiğini
kaleme alıyor...
Önsöz’ünü gazeteci-yazar
Umur Talu’nun yazdığı kitapta yer alan önemli belgeler ve bu belgelerle ilgili
Ahmet Şık’ın kaleme aldıkları özetle şöyle:
HANEFİ AVCI’NIN KAYIP DELİLİ…
“Yanıtını bulmaya
çalıştığım en önemli soru ise Avcı’nın iddialarıyla ilgili başlatılan soruşturma
kapsamında sivil ve askeri savcılara ne belgeler verdiğiydi. Elbette ki bu
belgeler arasında en önemli olan Ankara’da görevli çok sayıda polisle ilgili
cemaatçi polislerin hazırladığı iddia edilen fişleme bilgileriydi. Yanlış
okumadınız, iddiaya göre Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli çok
sayıda polis fişlenmişti. Peki, Avcı’nın savcılığa teslim ettiği iddia edilen
bu belgelerin başına ne geldi? Avcı’nın iddiaları ve bir taşınabilir hafıza
kartı içinde savcılığa vermiş olduğu, 2007 yılında tutulduğu tahmin edilen
fişleme kayıtları emniyetteki cemaat yapılanmasını çorap söküğü gibi ortaya
çıkaracak denli önemliydi. … Elbette olmadı. Sadece Ankara’da çok sayıda
polisle ilgili bu fişlemelerin Türkiye’nin 81 ilindeki tüm emniyet personeli
için yapıldığı iddiasına, bir emniyet müdürünün bu iddiayla ilgili bir de delil
sunmasına karşın bu soruşturmada bir adım öteye gidilemedi. Çünkü Avcı’nın
teslim ettiği deliller yok olmuştu! Yani Hanefi Avcı’nın hiç de yenilir yutulur
cinsten olmayan iddiaları soruşturuluyormuş gibi yapılıp bilinen sebeplerle
dosyası kapatıldı. Hanefi Avcı Ankara Özel Yetkili Savcılığı’nca açılan
soruşturmada elindeki bilgi ve belgeleri teslim etmişti. Bu arada
soruşturmayı yürüten özel yetkili savcı Hamza Keleş 12 Eylül 2010 referandumundan
sonra AKP ve cemaatin bir birimi haline dönüştürülen HSYK’nin kararıyla 2011
Mart ayında görev yeri değiştirilerek söz konusu dosya elinden alınmış oldu.
Değişiklikten birkaç hafta sonra Mayıs ayı içinde de Avcı’nın iddiaları üzerine
savcı Keleş tarafından başlatılan soruşturmada “takipsizlik” kararı verildi.
Kararda Avcı’nın iddialarının soyut ve yoruma dayalı olduğu ve bu iddiaları
kanıtlayacak delillerden yoksun olduğu belirtiliyordu. Peki Avcı’nın “Savcılara
verdim” dediği fişleme kayıtları ne oldu? Bu sorunun yanıtını da Avcı’nın sanık
olduğu O.H.Ö’nün şikâyetiyle açılan soruşturmanın savcısı Nadi Türkaslan
veriyordu: “Bu raporu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na dijital ortamda
verdiğini ifade etmişse de araştırıldığında ilgili soruşturma evrakında
şüphelinin söylediği dijital verilerin bulunmadığının anlaşıldığı…” Yani
“kayıp”. Yani “soruşturma dosyasına hiç girmemiş” görünüyor ya da ortaya
çıkacağı günü bekliyor bir yerde… İddiaları araştırılmayan, sümenaltı edilen
Hanefi Avcı ise cezaevinde gün sayıyor... Peki, belge gerçekten kayıp mı?
Ankara Adliyesi koridorlarında dolaşan bilgilere göre, takipsizlik kararının
ardından Avcı’nın avukatları dijital bellek içinde delilin teslim edildiği
uyarısında bulununca savcı Türkaslan’a “öyle bir delil olmadığı” sözlü olarak
söylenmiş. İddialara göre Avcı’nın anlattıklarıyla ilgili soruşturmayı yürüten
savcılık makamı, Türkaslan’a öyle bir dijital belleğin dosyada olmadığını
söyleyince takipsizlik kararı da o şekilde yazılmış. Ancak takipsizlik kararının
çıkmasının ardından Avcı’nın avukatlarının başvurusu üzerine de bu kez dijital
bellekteki dokümanların çözümlerinin yapılarak dosyaya konulduğu bilgisi
verilmiş. Adli emanete alındığı söylenen dijital bellek de, Avcı’nın
avukatlarının iade edilmesi talebine rağmen kendilerine teslim edilmemiş. Yani
bir varmış bir yokmuş...”
İşte o fişlemeler
Şık’ın kitabı
incelendiğinde fişlemelerde yer alan kimi bilgiler ve değerlendirmeler şöyle
yer alıyor: “Bizi bilir, sever, ama eşi de polis olduğu için vakit bulamadığını
söyleyerek kaytarır”, “Müspet bir arkadaş, geç tanışıldı, yakın takiple samimiyet
kurulursa kazanılabilir”, “Bizi bilir, programlarımıza katıldı. Samimi, ev ziyareti
yapılsın”, “Derslerimize katılır. Dergi yok, himmet yok, namaz düzensiz
kılar”, “Tedbirli yaklaşılsın”, “Cuma
namazı kılar”,“Erken
haber verildiğinde programları aksatmaz. Kitap okumayı sever. İyi takiple
mesafe kateder”, “Dergi,
10 YTL himmeti var. Namaz kılar, dersleri takip eder. Görev almaktan kaçınır.
Yakın takip ile kolay seviye alır”, “Arkadaş
çevresi çok kötü, alışkanlıkları çok fazla. Oruç tutmaz bizimle ilgili fikri
yok”, “Ehl-i dünya gayrı meşru çok şey var”, “Namaz
kılar, eşi de polis. İyi birisi başka meşrepten olabilir”, “Hizmet
aleyhinde konuşur dikkat edilsin”, “Cuma
kılar, oruç tutar ilgilenilebilir”, “Dersleri
aksatarak gelir. Dergi, himmet yok. Bizi sever namazlarını kılar”,“Cumalara gitmez. Maddiyata önem verir. Ağzı bozuk. Kızıyla
ablalar ilgileniyor. Kumar oynar, çok sinsi, menfaatçi”, “Bizim dershanelerde kalmış istanbul’dayken. Sızıntı, Y.Ümit var,
himmet var. İyi bir arkadaş tedbir konusunda zaafları var”,“Sosyal demokrat”, “Derse
gelir, himmet (20), dergi var. Evini açar.”
‘Medya cellatlarına’ Kozinoğlu
belgesi
Kitabının
Kozinoğlu’yla ilgili bölümüne, “Bu bölüm yıllarca devletin belki de ‘pis işlerinin bir aktörü
olduğu’ düşünülen ve bu nedenle tutuklanması ‘olağan’ karşılanan bir isimle,
MİT’çi Kâşif Kozinoğlu’yla ilgili. Bir nevi, dosyasından görebildiğim kadarıyla
kendimce savunması Kozinoğlu’nun. İki nedeni var. Birisi Odatv soruşturmasının
ne kadar abesliklerle dolu olduğunu göstermesi. Bir diğeri de kurulan tezgâhla
atıldığı cezaevinde kendini savunma imkânı dahi bulamadan ölmesi. Açık
söyleyeyim Kozinoğlu’nu tanısaydım seveceğimi sanmıyordum. Ama bu, yaşadığı haksızlığı
anlatmama engel değil. Yeni düzenin medyasını oluşturanların çıkarları gereği
yaptığı gibi yaşanılan haksızlığı, ‘Aman AKP ya da cemaati eleştirmeyeyim’ diye
görmezden gelmek ve hatta gözden kaçırmak hem insani hem de ahlâki değil. Öte
yandan Kozinoğlu’nun geride bıraktığı bir eşi ve ömrü boyunca adını taşıyacağı
bir oğlu olduğunu da, bir işe yaramayacağını bilsem de ‘medya cellâtlarına’
anımsatmakta fayda var” diye şerh düşen Şık, önemli belgeyi
kamuoyuyla şöyle paylaşıyor:
“Hiçbir talebi
sorgulamadan verilen kararlarla Kâşif Kozinoğlu’nun telefonları 9 Ocak 2010’a
kadar 9 ay kesintisiz dinlenmiş oldu. Peki, bu dinlemeler neden nasıl oldu da
son buldu? Bu sorunun yanıtını da yine resmi bir evraktan öğreniyoruz. Ancak
altını çizerek belirtelim ki bu evrak Odatv soruşturma dosyaları arasında yok.
Soruşturma makamları kendilerini zor durumda bırakacak her yazışma ve evrakta
olduğu gibi bu belgeyi de gizlemişler. Delil klasörleri arasında olması
gerekirken gizlenen belgede Kozinoğlu’nun telefon dinlemelerine son
verilmesinin gerekçeleri anlatılıyor. İstanbul TEM Şubesi öncekilerde olduğu
gibi 11 Ocak 2010 tarihinde de İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak
Kozinoğlu’nun 9 aydır kesintisiz dinlenen telefonlarıyla ilgili 1 ay süreyle
5’inci kez uzatma talebinde bulundu. Ancak aynı gün bu talep reddedildi.
Aralarında Kâşif Kozinoğlu’nun sorgulanarak tutuklanmasını isteyen Zekeriya
Öz’ün de bulunduğu 4 savcı polisin talep yazısında ekli telefon görüşme
tapelerinde yasadışı terör örgütü faaliyeti olarak nitelendirilebilecek bir bulguya
rastlanmadığı için talebi reddetti. Savcılar Zekeriya Öz, Fikret Seçen, Murat
Yönder ve Ercan Şafak’ın imzasını taşıyan ret kararında gerçekçe şöyle
açıklandı:
“… Yazınız içeriğinde
ve ekinde bulunan raporlarda teknik takip sırasında şüphelilerin kaydedilen
telefon görüşmeleri içerisinde yasadışı terör örgütünün faaliyeti olarak
nitelendirilebilecek herhangi bir görüşmenin bulunmadığı, telefonların bizzat
şüphelilerin kendi adına kayıtlı olup, kimlik ve adres bilgileri de sabit
olduğundan, CMK’nın 135/1 ve ilgili yönetmeliğin 12/1. maddesinde düzenlenen
‘Suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle
delil elde edilmesi imkânının bulunmaması’ koşulunun gerçekleşmediği
anlaşıldığından, şüphelilerin belirlenen telefonları üzerinde mahkeme kararı
ile devam etmekte olan iletişim tespitlerinin uzatılması talebi yerinde
görülmemiştir.”
“9 ay boyunca aynı
gerekçelerle, aynı nedenler öne sürülerek yapılan başvurularla gerçekleşen
dinlemeler aynı nedenlerle bu kez son bulmuş oldu. İşin ilginci bu ret
kararında imzası olan dört savcıdan biri olan Zekeriya Öz, 14 ay sonra bu
dinlemeler sırasında elde edilmiş telefon kayıtlarını tutuklamaların
gerekçeleri arasında göstermişti. 14 ay önce konuşma içeriklerinde terör örgütü
faaliyeti bulunmadığını savunan savcı Öz, 14 ay sonra o konuşma içeriklerinden
sorular yöneltmişti Kâşif Kozinoğlu’na. Üstüne üstlük suç unsuru bulunmadığı
için dinleme kararı sona erdirilen bu telefon konuşmaları suç delili olarak da
soruşturma dosyasının içine serpiştirilmişti.”
OLUŞTURULMADAN ÖNCE VAROLAN
WORD DOSYASI
Kitabında Odatv
davasındaki hukuksuzluklara, dava dosyasındaki klasörlerde delil olarak sunulan
haberlerin incelemesine ve bir çok ünlü gazetecininin (!) yazılarına yer veren
Şık, kendisiyle ilgili önemli bir detayı şöyle paylaşıyor:
“İddianamede
oluşturulma tarihi ve zamanı belirtilen belgelerden biri de adımın geçtiği
‘Sabri Uzun’ isimli dokümandı. İddianamede 20.12.2010/11.29 olarak yazsa da
bilirkişi tutanaklarında ‘Sabri Uzun’ belgesinin 20.12.2010/12.29’da
oluşturulduğu belirtiliyor. Belgeye son erişim tarihi de 20.12.2010/12.35
olarak belirtilmiş. Biz iddianameyi doğru kabul ederek ve bizzat savcının
yazdıklarından yola çıkarak iddianamenin önemli delillerinden birinin nasıl
çürüdüğünü de aktaralım. Şahsıma yönelik suçlamalarında en önemli delil kabul
edilen ‘Sabri Uzun’ isimli belge iddianameye göre 20.10.2010 saat 11.29’da
‘Soner’ isimli kullanıcı tarafından oluşturulmuş. Aynı belge Boğaziçi
Üniversitesi’nin raporunda ise aynı tarihte, 20.12.2010’da ancak saat 09.46’da
oluşturulmuş ve aynı tarih, saat ve dakikada silinmiş görünüyor. İddianamede
üniversite raporu ile ilgili polis bilirkişisi ne demişti hatırlayalım: ‘Bu
programa güvenilmez. Bahsettiği zaman dilimi de o belgeye son erişim tarihini
gösterir.’ Bu yorumu kabul edersek ortaya çıkan tablo şu oluyor: ‘Polisin
incelemesine göre 20.12.2010 saat 11.29’da oluşturulan belge aynı bilgisayarda
oluşturulmadan 1 saat 43 dakika önce kullanılmış. Yani polisin tespit ettiği
oluşturma saatinden 103 dakika önce birisi belgeyi açmış, okumuş ya da her ne
yaptıysa yapmış. Polise bakarsanız olmayan bir belge o kadar zaman önce
kullanılmış.’ Şimdi benim savcılara sorduğum soruyu savcılar da polis
bilirkişisine sormalı: Bu nasıl iş? Olmayan belgeye nasıl erişim sağlanmış?..”
'Böylesi bir toplamdan adalet
çıkmaz'
Postacı Yayınevi'den
çıkan 358 sayfalık kitabını Ahmet Şık şöyle özetliyor:
“Örneklerimizden de
yola çıkarsak eğer uzun lafın kısası Ergenekon soruşturması süreci, Türkiye’de
gazeteciliğin ve meslek etiğinin sınıfta kaldığı bir dönem olarak hafızalara
kazındı. Medyanın Ergenekon soruşturmaları konusundaki tavrı soruşturmanın
kendisi kadar tartışılır hale gelmiş durumda. Türkiye’nin karanlık tarihine
ışık tutacak önemdeki soruşturma fırsatını sadece AKP, jakoben liberaller ve
Gülen cemaati yanlılarını tatmin edecek şekilde ele almak yerine toplumun diğer
katmanlarının da desteğini alacak şekilde yürütmek gerekiyordu. Hal böyle
olunca, medyanın hem polis hem savcı hem yargıç görevini üstlendiği; esas olan
gazeteciliğin gözden düştüğü, demokrasinin -hiç hak etmediğine sayısız örnek
bulunmasına karşın- AKP iktidarı ile özdeşleştirildiği; Gülen cemaatinin siyasi
ve ekonomik çıkarları için tüm rakiplerinin bertaraf edilmeye çalışıldığı bir
atmosfer oluştu. Bu topraklarda yaşayan insanların hayatını karartanların
varlığının görmezden gelinip davanın sulandırıldığı; demokrasi ve özgürlük
talep edenlerle alay edilen böylesi bir süreçten ve böylesi bir toplamdan
adalet çıkmasını beklemek deyim yerindeyse tam anlamıyla safdillik oluyor.”
KİTAPTAN KISA KISA:
Kızımın vicdanında nasıl
aklanacaksınız?
“Evimiz basılmadan
kısa süre önce bir gece Yonca’yla birlikte kızımız Mina’ya durumu anlatmanın
iyi olacağını düşündük. Çocuk evdeki telaşenin, birtakım olumsuzlukların farkındaydı
ve ‘Seni de mi tutuklayacaklar?’ diye soruyordu. Anlayacağı bir şekilde
başımıza gelenleri anlattık. Anlamak istemiyordu tabii. ‘İnsan kitap yazdı diye
tutuklanır mı hiç?’ diye soruyordu. 12 yaşındaki bir çocuğa bunun daha önce
olduğunu, tekrar olacağını anlatmak yersizdi. Sadece neler yaşanabileceğini
söyledik. Bir sabah evimize polisler gelebilirdi. Evimizi talan edercesine
arayabilirlerdi. Beni alıp götürebilirlerdi. En kötüsü tutuklayabilirlerdi. Bu
kötü senaryoyu gözyaşlarıyla dinleyen Kuzucum, bu kâbusun hepsini yaşadı. Bana
haber gönderip ‘geçmişe sünger çekelim’ diyenler, kendimden, mahrum
bırakıldığım özgürlüğümden vazgeçtim, önce kızımın vicdanında nasıl
aklanacağının hesabını versinler.”
'Kitap buldum amirim'
“En önemli suç delilini” fark ediyor polislerden biri: Kitabımın çıktısı. Üzerinde
el yazısıyla “000KİTAP” ibaresi
düşülmüş. Grubun amiri başkomiser telefonla birini arayarak bulduğu delilden ve
öneminden bahsediyordu: “Bilgisayar
çıktısı var. Üzerinde ‘000KİTAP’ yazıyor.”
Dokunan yanar böyle doğdu
“Antalya’dan gelen
ağabeyimle kucaklaşıyorum. Yonca, ‘Aşağıda ne söyleyeceksin? Çok kalabalık’
diyor. ‘Bence sosyalist olduğunu vurgulamalısın. Herkes biliyor senin kim
olduğunu’ önerisinde bulunuyor. Halbuki ne söyleyeceğimi anlatan şeyi yaşıyoruz
zaten: ‘Dokundum, yandım.’ Artık götürülme vaktim geldi. 6-7 polisin arasında
indiriliyorum merdivenlerden. Bina kapısına da polis koridoru kurulmuş. Dışarı
adımımı atar atmaz alkışlı protesto başlıyor. Gazeteciler görüntü alma
telaşında. El sallıyorum, dostlarıma, arkadaşlarıma. Televizyon muhabirleri
bağırıyor ‘Ne düşünüyorsunuz?’ diye. Her şey ortada değil mi halbûki. Daha
sonra darb-ı mesel olacak cümleyi söylüyorum: ‘Dokunan yanar.’ Bindirildiğim
polis otosunda önde oturan başkomiser teessüflerini bildiriyor söylediklerim
için: ‘Çok ayıp ettiniz Ahmet Bey.’ Asıl ayıp olanın bindirildiğim polis
otosunun içinde bulunmam olduğunu söylüyorum kendisine. Bir daha da
konuşmuyoruz. Haseki Hastanesi’nde alınan sağlık raporunun ardından Vatan
Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nün garaj kapısından giriyoruz: Elveda
özgürlük...”
CEMAATİN POLİSTEKİ İŞARETİ:
GÜMÜŞ YÜZÜK!
“Yeniden hücreme
götürülüyorum. Beni götüren polisin de diğerlerinin de elinde hep aynı takı
var. Aynı biçim ve desende kalınca gümüş yüzük. Kitapla uğraşırken bir üst
düzey emniyetçinin söylediklerini anımsıyorum: ‘Cemaatten olduğunu gösteren
işaret gümüş yüzüktür. Bir de eskiden sadece ülkücü polislerin yaptığı kafa
tokuşturmayı da bunlar sahiplendi’...”
Ben artık puro içiyorum
“Karşımızda işte ‘meşhur
kahraman.’ Akın ağabey (Avukatı Akın Atalay’ı kastediyor) sorgusu çok uzun
süren Nedim’in hemen ardından ara vermeden içeri alınmamıza şaşırmış bir halde
soruyor: ‘Sigara molası vermediniz, dayanamazdınız siz.’ Koltuğuna iyice bir
yerleşen Savcı Öz hafiften kafasını kaldırıp ‘Ben artık puro içiyorum’ diye
karşılık verdi. Anlaşıldı. Burada sınıf atlama hissiyatından bahsetmeme gerek
yok.”
POLİS TALEP EDER, BİZ İMZALARIZ
“Savcı bir yandan
sorular soruyor bir yandan da kitapta göz gezdiriyordu. Sonra da ‘Kitabı ilk
kez gördüm’ dedi. Akın Atalay da şaşırarak ‘Gerçekten mi ilk kez duydunuz,
gördünüz’ diye sorunca Savcı Öz Ergenekon soruşturmalarını kimin yürüttüğünün
itirafı olan yanıtı verdi: ‘Ben bu gözaltı ve aramalarda kaç kişi ile ve
kimlerle ilgili yakalama ve aranma istendiğini bilmiyorum. Ahmet Bey’in de ismi
var mı yok mu dikkat etmedim. Biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de
çoğu zaman imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz’...”
İstersen ağlayabilirsin, bende
eşlik ederim sana…
“Bizim bloğun görüş
günleri çarşambaları. Tutuklanıp Silivri’ye getirildiğimizin üçüncü gününde, 9
Mart günü açık görüşe çıkacağımızı söylüyorlar. Bu büyük bir sürpriz, çünkü
bilmiyorduk. Koşar adım gidiyorum görüş salonuna. Kapıdan girer girmez Mina,
Yonca ve Bülent Ağabeyimi ayakta bekler buluyorum. Mina’yla kucaklaşıyoruz
önce. Gözleri yaşlı ayrılmıştık 3 Mart günü. Tam bir hafta sonra sarılıp
öpebiliyorum. Sıkı sıkı tutmuş bırakmıyor beni. Kendisini sıkmasından anlıyorum
ağlamamak için zorlandığını. Beni üzmek istemiyor biliyorum. ‘İstersen
ağlayabilirsin, ben de eşlik ederim sana’ diyorum. Yok, kendini sıkmakta
kararlı.”
§
Pazartesi: Haftalık 10 dakikalık
telefon görüşmesi.
§
Salı: Rana ve Çağatay geliyor.
Akşam sıcak su var. Bir de manav günü.
§
Çarşamba: Aile görüş günü. Ayın
ilk haftası açık görüş. Halı saha günü.
§
Perşembe: Bazen Can geliyor,
genelde boş.
§
Cuma: Tora’nın günü. Aynı gün
kantin alışverişi yapılacak.
§
Cumartesi: Sıcak su. Yani banyo ve
çamaşır yıkama zamanı.
§
Pazar: Hiçbir şey günü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder