'Milli Görüş'te hesap soran hainlikle, dinsizlikle suçlanır!..'
Rıdvan Akar 11/04/2012 T24
Söyleşimizin yayımlanan iki bölümünde Almanya'da
“İslam Cemaati Lideri” olarak bilinen Prof. Abdurrahim Vural, Milli Görüş
çizgisindeki yükselişini, hareketin tabanının Tayyip Erdoğan ve AKP'ye doğru
kayışını, toplanan yardım paralarının akıbetinin bilinmediğini, kâğıt üzerinde
kurulan holdinglerin camilerde yaklaşık 50 milyar mark topladığını anlattı.
Söyleşimizin son bölümünde, Vural'ın Almanya'daki Milli
Görüş yönetiminden ayrılışı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce mahkûm edilen
bir kararla tutuklanışı, hareketin bugünkü durumu ve Almanya'daki İslam toplumu
üzerine gözlemleri yer alıyor.
- Avrupa İslam Cemaati nasıl oluştu?
İslâm Cemaati kuruluşunda ben yoktum. İslâm Cemaati 1 Mart
1990 tarihinde A.M. Younes adında
Filistinli bir diplomat tarafından kuruldu. Cemaat, 1 Mart 1990 tarihinde Doğu
Almanya Cumhuriyeti tarafından resmî olarak kabul gördü ve cemaat tüm Doğu
Almanya’da kendini dinî cemaat olarak tanıttı. O zamanki Almanya Sosyalist
Birlik Partisi SED’den 75 milyon DDR Mark bağış aldı. SED, o dönemde yaklaşık 3
milyar Doğu Alman Markı'nı dinî cemaat, sivil toplum örgütü ve
kurum-kuruluşlara ayırmıştı. İslâm Cemaati, ayrılan fondan 75 milyon DDR Mark’ı
almıştı. Daha sonra bizim Milli Görüş’teki ‘Abi’lerimiz bu kuruluştan haberdar
oldu. Birkaç görüşmeden sonra güç birliği konusunda bir anlaşma sağlanıyor ve
Milli Görüş ile İslâm Cemaati arasında birleşme meydana geldi.
- Abdurrahim Vural bu sürecin neresindeydi?
Hizmet çabasındaydı. Başlangıçta Almanya’daki Türkler
sanki dinî inançları yokmuşçasına Ankara tarafından boşlanmıştı. Bu boşluk
cemaatler tarafından dolduruldu. İşin inanç boyutu önemsenmemiş, Almanlar da bu
konuda hiçbir çaba göstermemişti. Aslında o çabayı göstermesi gereken
Türkiye’deki hükümetlerdi. Bu duyarlılık oluştuğunda ise iş işten geçmiş
Türkler dinî cemaatler ve tarikatların dinî faaliyetinin öznesi haline
gelmişti. Ancak hâlâ yapacak çok şey vardı. Örneğin, Almanya’daki birçok
camimiz ya bodrum katlarında ya da arka cephelerde bulunurdu. Yani deyim
yerindeyse kimsenin görmediği, varlığını dahi hissettirmediği yerlerde
kurulurdu. Biz ise bu duruma “dur” dedik ve kamu dairelerinde yapmış olduğumuz
yoğun çalışmalar sonucu camilerimizi bodrum katlarından kurtarıp, Kültür Evleri
ve Merkezleri haline dönüştürdük. Böylece camileri sadece cemaat için değil,
toplumun her kesimine hizmet eden bir kurum haline getirdik.
Yapılacak öyle çok şey vardı ki, bu sadece dinî alanla
sınırlı değildi. Vatandaşlarımız bundan önce çocuklarını Türkiye’ye
gönderdiklerinde ikametgâhlarını sildirmek zorundaydı. Bunun sonucunda
Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, çocuk paralarını Almanya’da ikamet
edenler gibi alamıyordu. Yani ebeveynler ilk çocuk için 10, ikinci çocuk için
15, üçüncü çocuk için 20 Mark değerinde çocuk parası alıyordu. Böylesi bir
eşitsizlik söz konusuydu. Yaptığım itirazlar sonucunda
Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, bundan böyle çocuk
paralarını Almanya’da ikamet edenler gibi alacak şeklinde. Yani birinci çocuk
için 200, ikinci çocuk için 220, üçüncü çocuk için 300, dördüncü ve beşinci
çocuk için 350 mark ödenek elde etti. Daha önemlisi bu hakkın kazanılması
sayesinde, çocukların ikametgâhları Almanya’da silinmemiş olduğundan oturma ve
vize probleminin de artık olmayacağı anlamına geliyordu.
- Ama İslam hala resmi din statüsünü kazanmış
değil…
Evet. Asıl amaç da bunu gerçekleştirmek olmalı. İslâm
dininin Almanya’da resmî bir din olarak tanınması, yani kamu tüzel kişiliği
edinmesi o kadar önemli bir hak ki, bu hakkı aldığınız zaman, kiliselerle
aynı eşit haklara kavuşuyorsunuz. Bu size, hastanenizi, ilahiyat fakültenizi,
okullarınızı, özel okullarınızı, yuvalarınızı vb. kurumlarınızı açmanızı
sağlıyor. Ve tüm bunlar devlet tarafından finanse ediliyor.
Şöyle örnek vereyim, bugün kiliselere bağlı olan üyelerden
toplanan vergi miktarı yaklaşık 20 milyar Avro’dur ve bununla sadece din
görevlerinin yüzde 70’ine maaşları verilebiliyor. Diğer hizmetler, okullar,
üniversiteler, hastaneler ve yan kuruluşlar devlet tarafından finanse ediliyor.
Bir de kiliselerin yan gelirleri var. Örneğin bankada hesapları ve belirli
yatırımlar için fabrikada ortaklıkları var. Bunlardan yıllık gelen gelir ise 10
milyar Avro’dur.
Tabii ki Federal Almanya bizim için bu hakkı kabul etmek
istemiyor. Oysa Müslümanlar Almanya’da ikinci büyük cemaat konumundadır ve
yıllardır vergisini de ödemektedir. Bu hakkın verilmemesi aslında Alman
devletine, milyonlarca değil, milyarlarca Avro’ya mal olacağı korkusudur. Bir
de olaya sadece finansal olarak yaklaşmamak gerekir. Almanya’nın asıl korkusu,
kamu tüzel kişiliğinin verilmesi halinde, entegre olmayı sağlayacak İslâmi
kurumların kurulmasıdır. Aslında bu devlet için de çok faydalı olacaktır. Çünkü
devletin de böylece bir muhatabı olacaktır.
Örneğin burada (Almanya’da) üniversiteler, ilahiyat
fakülteleri kurulursa, din görevlileri burada yetiştirilirse, eğitilirse ve
Almanya-Avrupa şartlarına göre İslâm yorumlanırsa çok daha olumlu sonuçlar
alınabilir. Oysa biz öğretmenlerimizi, hocalarımızı Türkiye’den ve Arap
ülkelerinden getiriyoruz. Ve onlar da buraya uyum sağlayamıyorlar. Özellikle de
pedagoji eğitim konusunda başarılı olamıyorlar...
Örneğin şartlara göre fıkıh bile değişiyor. İmam-ı Azam
Kufe’de verdiği fetvayı Bağdat’ta değiştirmiş. Çünkü İmam-ı Azam, “Kufe’nin şartları ile Bağdat’ın şartları değişiktir” demiş.
Şartlar çok önemli. Türkiye ile Almanya’nın şartı aynı değildir. Bundan dolayı
din dersi öğretmenlerinin ve din görevlilerinin burada yetişmesini çok
istiyorum...
Örneğin, Hatun
Sürücü isimli bir kızımız töre cinayetine kurban gitti.
İslamı bilmeyen, içinde yaşadığı toplumu anlamayan bir sofuluğun kurbanı oldu.
Bu davada kurban lehine müdahil oldum ve yargılama sürecinde bu insanın
haklarını savundum. Bu olayla ilgili ilginç bir anekdotu da aktarmak istiyorum.
Kardeşi Hatun Ünsal’ı öldüren Ayhan
Sürücü, bir ara Kaplancıların camisine gidiyordu. Ve o dönemde
de çok radikal dediğimiz görüşlere sahipti. Keşke o genç de okullarda sağlıklı
bir biçimde İslamı öğrenebilseydi.
'Devlet
benim için Milli Görüş'e baskı yaptı'
- Ve sizin Milli Görüş yönetiminden kopuş
süreciniz…
İslâm dininin Almanya’da resmî bir din olarak tanınması
için Almanya’nın her eyaletindeki Anayasa Mahkemesi’nde dava açtım. Bu hakkın
tüm eyaletlerde tanınmasını talep ettim ve aynı zamanda her eyalet ile “devlet
sözleşmesi”ni talep ettim. Tüm bu hızlı gelişmelerden sonra bazı kamu
görevlileri rahatsız oldu. Milli Görüş Genel Merkezi’ne, “Bu adamdan
ayrılacaksınız. (...) Biz sizinle iyi çalışmak istiyoruz. Ancak bir şartımız
var. Vural ile tamamen ilişkilerini koparacaksınız” şeklinde telkinde
bulunuldu. Girişimlerimin münferit olduğu izlenimi yayılmak isteniyordu. İslami
kesimde bu çabalara dönük büyük toplumsal mutabakat ile arama bir duvar
örülmek isteniyordu. Başlangıçta Milli Görüş yöneticileri, “Nasıl olur. Bu
adam çocukluğundan beri bizimle” diye yanıt verdi. Ancak dayatmalar arttıkça
tablo değişmeye başladı. Genel Merkez Berlin’deki arkadaşlara başvurarak,
“Vural’a ilişkilerinizi çekeceksiniz” dedi. Berlin’deki arkadaşlar ise bu
duruma karşı çok sert tepki gösterdi. Ancak, “Başka çaremiz ve şansımız yok”
yanıtını aldılar. Aksi takdirde Milli Görüş kapatılabilir gibi bir hava doğdu.
Bunun üzerine İslâm Federasyonu ve İslâm Vakfı’ndaki görevlerimden resmi olarak
istifa ettim. Ancak ben çalışmalarıma kaldığım yerden aynen devam ettim. Ancak
baskılar artınca “Abdürrahim için Milli Görüş’ü kapatacak halimiz yok”
denilerek Berlin teşkilatının görevden alnıcağı tehditleri üzerine İslam
Cemaati gibi Almanya nezdinde tanınmış ve eğitim ile ilgili haklar kazanmış bir
kurumu kapatmayacağımı bildirdim. Yıllardır birlikte çalıştığımız, babadan,
kardeşten daha öte saydığımız arkadaşlarla artık kavgalı olmuştuk. Yani
tüm bunlar bazı kamu kurumlarının bir oyunuydu. Ve bu oyun bizi artık
birbirimizle düşman etmeyi başarmıştı.
- Peki, bu olaylardan sonra İslâm Cemaati’ne
ya da sizin şahsınıza yönelik suçlamalar devam etti mi?
Evet, Milli Görüş Genel Merkezi’ndeki bazı arkadaşlar
bizzat benim şahsıma yönelik anti-propaganda yürüttü. Öyle bir durum yaşanmıştı
ki, ya onlar savaşı kazanıp, beni görevden alacaklardı ya da ben kazanıp onları
koltuklarında oturtmayacaktım. Berlin’de bana karşı örgütlenen kişiler üzerinde
korkunç iftiralar attılar. Ve bu iftiralar benim tutuklanmam ve sonrasında da
devam etti.
'Milli
Görüş para yediğimi yaydı, beni cami hırsızı yaptı'
Ne tür iftiralar?
Yapılan bazı projelerin, kendilerinden habersiz
yapıldıklarını iddia ettiler. Ayrıca yeddiemin hesaplarından bilgilerinin
olmadığını belirttiler... Yani buna benzer iftiralardan dolayı 2007'de 10 ay
tutuklandım. Ancak daha sonra bu iftiralardan birer birer aklandım. Buna rağmen
mahkeme, devletten 1 milyon 800 bin Avro haksız yardım aldığımı iddia etti. Ama
ne ilginçtir ki bu rakam yargılanma sürecinde 190 bin Avro’ya kadar indi. Peki
bu para ne için alınmıştı? Cami için. Kendim için almamıştım. Bunun üzerine
mahkeme, “bu yardımı şahsi menfaat için değil, bir başkasının çıkarı için –cami
kastediliyor- için aldığını itiraf et” baskısı yaptı. İtiraf edersem 3 yıl 6 ay
ceza vereceklerdi. Aksi takdirde verilecek ceza 7 yıldı. Almanya’nın en önde
gelen avukatlarını tuttum. Avukatlar bana, “Sen bunu kabul et” dedi. Ben de,
“Niye kabul edeyim” diye sordum. Avukatlar, “Başka çaremiz yok. Bu mahkeme ne yaparsak yapalım seni mahkûm edecek.
Çünkü dava siyasidir. Onun için itiraf etmeyi kabul et” dediler.
Nihayetinde itiraf dilekçesini imzaladım ve son sözüm
sorulduğunda “İddianame anlamında
suçsuzum” dedim. Kararımın açıklanacağı son duruşma
gerçekleşecekti. Avukatım Nicolas
Becker, bir gün önce cezaevinde yanıma gelerek “Çıkamıyorsun. Başhâkim aradı ve söylediği sözü geri
almazsa çıkamaz dedi” diye aktardı. Tabii daha önce suçumu
itiraf edip, bunun üzerine “İddianame
anlamında suçsuzum” dediğim için, mahkeme heyeti bu
sözümü “Adam bize karşı büyük bir oyun
yaptı. Hem suçunu itiraf ediyor, hem de suçsuzum diyor. Yani itirafnameyi
otomatikman boşa çıkarıyor” şeklinde değerlendirdi.
Dolayısıyla kararın açıklandığı son duruşmada, kalabalık bir basın grubu
önünde “Ben ironi yaptım, suçluyum” dedim.
Tabii ki bu hukuk açısından çok büyük bir skandal.
Daha sonra Yargıtay’a gittim. Yargıtay cezamın bir kısmını
bozarak, 3 yıl 6 aylık cezayı, 1 yıl 7 aya indirdi. Ondan sonra Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gittim. AİHM, “Burada adil yargılama olmamış, burada siyasi baskı var” diyerek,
Almanya’yı 30 bin Avro’luk manevi tazminata mahkûm etti. Bu olaydan sonra
tamamen aklandım ve borç altına girerek, aklandığımı büyük gazetelere ilan
vererek duyurdum.
Cezaevinden çıktıktan sonra itibarımın yerle bir olduğunu
gördüm. Milli Görüş Genel Merkezi, cezaevinde olduğum sürede, cemaate, cami’nin
paralarını yediğim için cezaevine girdiğimi yaymıştı. Beni cami hırsızı
yaptılar. O kadar vicdansızlık yaptılar ki, bir gün gelip beni cezaevinde
sormadılar, sahip çıkmadılar. Bu parayı biz camiye harcadık. Ve ben bunun için
cezaevine girdim. Böyle düşünmeleri gerekirken, tam tersini yaptılar.
- Cezaevi’nden çıktıktan sonra cemaatin ve
arkadaşlarınızın size karşı yaklaşımı değişti mi?
Değişmedi. Daha sonra AİHM’de aklanınca, arkadaşlarım
tekrar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ancak ben onların samimiyetine inanmadım.
Çünkü en zor anımda beni yalnız bırakmışlardı.
- İkinci tutuklanma sürecine dönmek
istiyorum... Neden ikinci bir tutuklanma meydana geldi?
21 Şubat 2011’de eve yönelik bir operasyon gerçekleşti ve
tekrar tutuklandım. Tutuklanma gerekçesi olarak, gazetelere verdiğim ilanlar
gösterilmişti. Yani ortada ihbar veya bir suç duyurusu yoktu. Sadece çok basit
gerekçeler vardı. İlanların kimler tarafından finanse ettiğini sordular. “Eğer bunu İslâm Cemaati finanse etmişse, bu suçtur” dediler. Çünkü İslâm Cemaati ayrı bir tüzel kişidir, ödediği
takdirde bu yolsuzluktur. Bu ise İslam Cemaati'ni kendi şahsî amaçları için
kullanmaktır” dediler.
İlanların benim tarafımdan ödendiği ortaya çıktı. Bu defa
da bankada bir şahsı tehdit ettiğim gerekçesiyle dava açıldı ve Eyalet
Mahkemesi “kamu düzeni için tehlike
teşkil ettiğim” gerekçesiyle bana ömür boyu tecrit
cezası verdi. Ve bunun sonuncunda 1,5 yıl tecritte kaldım. Tabii ki devlet
aklandığımı hazmedemediği için, İslam Cemaati çalışmalarına devam ettiğim için
ve yaşadığım olaylarla ilgili basın-yayın organlarına görüş belirttiğim için bu
cezayı bana karşı uyguladılar. Ancak Yargıtay bu durumu daha sonra bozdu ve
tamamen birinci sınıf beraat ile aklandım.
- Sizin şahsınıza yönelik yapılan suçlamalar
konusunda nasıl bir cevap verebilirsiniz?
Müslüman kardeşlerimin özellikle şunu iyi bilmesi
gerekiyor. Ortada asla bir suç yoktu. Sadece bazıları aramıza nifak tohumları
ekerek, bizi birbirimize düşman yaptı. Şüphesiz cemaat bugün, “Seni siyasi değil, dolandırıcılıktan dolayı içeriye
almışlardır” diyebilir. Ben de, isterlerse Papa’yı dahi
en büyük dolandırıcı olarak gösterebilirler, diyorum. Çünkü hukukta iki kere iki
dört değildir. Örneğin Almanya Cumhurbaşkanı'nı ne hale getirdiler?
Cumhurbaşkanı’nın yaptıklarını hangi politikacı yapmıyor ki? Neyin siyasi,
neyin dolandırıcılık olduğuna devlet karar veriyor. Çünkü sizi cemaat
karşısında itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
'Milli
Görüş'te hesap soran dinsizlikle suçlanır'
- Peki, yıllardır hizmet ettiğiniz Milli Görüş
camiasının bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim kavgam hiçbir zaman Milli Görüş ve onun temsil
ettiği değerlere karşı olmamıştır. Benim kavgam özellikle Milli Görüş Genel
Merkezi'nde görevlerini kötüye kullanan yönetici eliti ile oldu. Genel
Merkez'deki yöneticiler tamamen paraya dönük çalışıyorlar. Yani kısacası
tamamen paraya endekslidirler. Ve yardımların tümünü Almanya dışına çıkarmakla
meşguller. İlginç olan, bu paraların akıbeti asla belli değildir. Birkaç kişi
hariç, paraların nereye gittiğini kimse bilmez. Ne cami hocası, ne de bölge
başkanı. Ayrıca kimse korkudan bunlardan hesap da soramaz. Çünkü hesap soran hainlikle,
hatta daha da ileriye gidersek dinsizlikle suçlanır.
Anlayacağınız din bunların tekelindedir. Tekrar
belirtiyorum; Afrika ve Asya ülkelerine yapılan yardımlar sadece reklam
amaçlıdır. Yani tekrar cemaatten yardım toplamak içindir. Bu yöneticiler
ne hikmetse Almanya’daki Müslümanların sorunlarıyla hiç ilgilenmezler. O
makamları işgal etmek için birileri tarafından atanmışlardır. Allah aşkına, bu
yöneticiler değil miydi, cemaati holdinglere soyduran? Şimdi hangi yüzle o
makamlarda oturuyorlar? Dikkat ederseniz, holding vurgununda da susmadım. Ne
gerekiyorsa onu yaptım. Cemaati ve Genel Merkez'i uyardım. Şüphesiz başarılı
olamadım, ama sonuçta bir karınca oldum. O zaman benimle birkaç kişi daha
karınca olmaya cesaret etseydi, bu vurgun gerçekleşmeyecekti. Sonuçta bir
karınca olabilmek önemlidir.
Şimdi bu yöneticilere, “Allah aşkına siz şu ana kadar ne gibi hizmetler yaptınız” diye
sorsak, bunlar, Afrika’nın, özellikle haritalarında bulunmayan ülkelerinde 100
bin kurban kestiklerini, milyonlarca maddi yardım yaptıklarını, su havzaları
açtırdıklarını, okul ve hastane açtıklarını dillendirirler. İnanın,
bunlar sadece sözde yapılan yardımlardır. Yoksa cemaatten hiç kimse, o
bölgelere gidip, orada ne kadar kurban kesildiğini, ne kadar yardım yapıldığını
inceleyecek hali yoktur. Ya Almanya’da gösterecekleri bir eser var mı?
Yoktur!
- Sizin Deniz Feneri davasında da yolsuzluğu
ilk mahkemeye duyuran isim olduğunuz iddia edildi. Bu yolsuzluk için ne demek
istersiniz?
Deniz Feneri davası ile ilgili iddianame hazırlanıyor.
Yani taraflar yargılanacak ve en doğru kararı yargı verecek. Bir hukukçu ve
haksız onca suçlama nedeniyle özgürlüğü elinden alınmış bir mağdur olarak, izin
verirseniz konuşmak istemiyorum. Bırakalım hukuk kararını versin. Bizim de
konuşacağımız vakit gelecektir.
'Her
tarafta ırkçılık var'
- Biraz da güncel konuları sizinle konuşmak
istiyoruz... Almanya’da yaşayan Müslüman toplumun son durumunu aktarabilir
misiniz? İslamfobi ve ırkçılığın tartışıldığı bir Almanya’ya karşılaştığı
sorunlar nelerdir?
Bugün her tarafta gizli bir ırkçılık var. Ve bu sadece
bildiğimiz Nazi gruplarında değil, en yetkili mercilerde, kurum ve
kuruluşlarda, hatta sokakta dahi bu ırkçılık mevcuttur. Ben çalışma gereği kamu
daireleri ve mahkemeleriyle ilişki halinde olduğum için, buralarda gizli bir
ırkçılığın var olduğu kanısını hep taşımışımdır. Yine Türk düşmanlığı üzerinden
kat ve kat daha yüksek olan bir İslâm düşmanlığı mevcuttur. Son olaylarda
gördüğünüz gibi, bazı Nazi hücreleri devlet destekli oluşturuldu ve bu tüm çıplaklığıyla
ortaya çıktı. Tabii ki bu ortaya çıkandır, bir de ortaya çıkmayan bir sürü
şeyler var. Ben iki yıl önce bir basın açıklaması yaparak, bu tür oluşumların
Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi / İstihbarat Teşkilatı) tarafından
desteklendiğini belirtmiştim. Hatta bu oluşumlar, benim adımı da ölüm listesine
alarak, hakaret ve küfür etti. Müslüman toplumunun kamuoyunda imajını
kötüleyen, hiç şüphesiz 11 Eylül olayıdır. 11 Eylül, dünyanın birçok yerinde
olduğu gibi, özellikle Avrupa, özelde ise Almanya'da yaşayan Müslümanlara çok
büyük zararlar verdi. Müslümanlar, camiler, dernekler, kurum ve kuruluşlar
adeta istihbarat teşkilatı tarafından izlenmeye başlandı. Yani ciddi bir
önyargıyla, tüm İslâmi çevrelere karşı cephe alındı...
Bir de şu önemli hususu vurgulamak istiyorum… Devlet,
İslâm’a hakaret eden ve Nazi gruplarına ait olan bazı internet sayfalarında
şahsıma dönük anti-propagandamı yaptırıyor. Ve biliyorsunuz bu sayfalar,
gündemde yer aldığı gibi İstihbarat Teşkilatı tarafından yönetiliyor.
Sayfalarında, ölüm listesine alınan birçok isimler yer alıyor. Bu isimler
arasında benim adım da geçiyor. Aslında Naziler beni yakından tanımazlar.
Fakat öyle anlaşılıyor ki, bazı kurumlar bunları bana karşı yönlendiriyor. Yani
ismimi onlara yazdırıyor. Bu da beni hedef haline getiriyor
- Yaşadığınız bu zorlu ve sancılı süreç,
kişiliğinizde ve hayatınızda ne tür değişimlere yol açtı?
Türk ve Müslümanlara hizmette zirvede olduğum dönemden
beni itibarsızlaştırma ve tecrit etme yoluyla etkinliğimi kamuoyu nezdinde
azalttılar. Ve en büyük gayem kamuoyu huzurunda aklanmaktır. Hukuken aklanmak
yeterli gelmiyor, kamu vicdanında aklanmak istiyorum. Eğer mahkeme, “Bu adam cami için para almış. Bundan dolayı
cezalandırıyoruz” deseydi. Türk gurbetçilerin gözünde kahraman
olarak çıkabilirdim. Fakat beni itibarsızlaştırdılar. Bilinçli biçimde
engellediler. Alman devleti beni bir tehlike olarak gördü. Oysa Türk ve
Müslümanların kendi değerleriyle birlikte Alman toplumuna entegre olmasını ana
hedefimiz olarak belirledik. Bir gün İslâm dininin Almanya’da resmi bir din
olarak tanınması, aşırı grupların etkinliğini azaltacak, dinlerin, kültürlerin
birlikteliğini sağlayacak ve böylece geleceğe daha güçlü perspektiflerle
yürüyen bir Almanya olacaktır.
Mart 2012, Berlin B İ T T İ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder