'Milli Görüş'e giden paraların akıbeti bilinmiyor, taban AK Parti'ye
kaydı...'
Rıdvan Akar 09/04/2012
T24
Prof. Abdürrahim Vural Almanya’da “İslâm Cemaati
Lideri” olarak biliniyor. Vural adını kamuoyu ilk kez Almanya’da arka arkaya
başarıya ulaşan kamu davalarıyla tanıdı. Vural’ın açtığı davalar sonrası
Almanya’da Müslümanlığın Alman okullarında öğretilmesi sağlandı. Vural'ın adını
duyuran ikinci gelişme ise Deniz Feneri davası sürecindeki iddiaları oldu.
Abdurrahim Vural 1980’de Almanya’ya gelen bir Türk
ailesinin ikinci kuşaktan üyesiydi. Hem çalıştı, hem okudu ve Milli Görüş’e
inandı. Necmettin Erbakan’ın Almanya’daki
“genç prens”lerinden biri oluverdi. “Milli Görüş’te inancın yerini çıkarların
aldığına” ilişkin eleştirileri sonrasında ise başına gelmeyen kalmadı. Cezaevi
ile tanıştı.
Abdurrahim Vural, hakkındaki iddialardan aklandı ve
yeniden Almanya İslam Cemaati lideri olarak kamuoyunda boy gösteriyor.
Milli Görüş hakkında çarpıcı açıklama ve analizler yapıyor. Alman toplumunun
Türklere ve dindarlara dönük ön yargılarını sorguluyor. Bunu yaparken de
Hristiyan Demokrat Parti üyesi bir Alman gibi düşünmeye, bir Türk gibi
hissetmeye ve bir inançlı Müslüman gibi yaşamaya özen gösteriyor.
Bu söyleşiyi ikinci kuşak bir Türkün Almanya’ya, Alman
toplumunun çok kültürlü yapısına dönük çabalarının ifadesi ve Milli Görüş’ün
Almanya’da nasıl kan kaybettiğine ilişkin bir tanıklık olarak da Vural’a aynı
soruyu sorduğumuzda aldığımız yanıt, belki de yaşadıklarının özetiydi. Zira
Vural, onca cezaevi ve tecride karşın hâlâ düşlerinin peşinden gitmeye devam
ediyor ve “İslâm dinini Almanya’da resmi din statüsüne kavuşturmak istiyorum”
diyordu.
'Annem
ben 8 aylıkken Almanya'ya gitti'
- Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
1968’de Samsun ilinin Çarşamba ilçesine bağlı Aşıklı
köyünde dünyaya geldim. Ailem fakirdi, tarımla geçiniyordu. Babam çiftçiydi ve
özellikle çeltikle uğraşıyordu. Bizim evin önünde dere akardı. O dereden su
alınırdı. Ve bütün köylü çeltikle uğraştığı için, sürekli su kavgası yaşanırdı.
Bu ise aileler arasında husumetlere, hatta kavgalara neden olurdu. Bizim aile
de bu kavgalardan nasibini aldı. Annem bu durumdan çok korkuyordu ve babamla
birlikte daha güvenli bir yer olarak gördüğü Almanya gidişini gündeme
getiriyordu.
Ancak 1968’de sadece meslek eğitimi olanlar veya meslek
sahibi olan erkekler Almanya’ya gidebiliyorlardı. Aile halamla birlikte annemin
gitmesine karar verdi. Henüz 8 aylıkken annem bizi bırakıp Almanya’ya işçi
olarak çalışmaya gitti. Almanya’ya ilk giden kadınlardandır. Sonra babamı
yanına aldırınca bu defa o döndü. Babam işçi olarak çalıştı.
Ben 1980’de 12 yaşında iken Almanya’ya gittim. İlkokuldan
sonra okula gitmeme aynı husumet nedenleriyle izin verilmemişti. O çocuk
dünyamda Almanya’yı bir cennet ve yeniden okuma fırsatı olarak hayal ediyordum.
- Almanya’da bulunmak ve bundan sonraki
yaşamınızı burada geçirmek sizde nasıl bir duygu uyandırdı? Siz en çok hangi
noktalarda zorlandınız?
İlk olarak havaalanına geldim... Halamlar bizi karşılamaya
gelmişlerdi. Havaalanında yabancılık anlamında hiçbir şey fark etmedim. Sadece
babamın gümrükteki memurlarla ne kadar güzel Almanca konuştuğu dikkatimi
çekmişti. Tabii ki bu beni çok gururlandırdı ve kendi kendime “Babam
ne kadar güzel Almanca konuşuyor” dedim.
Bu olay beni çok etkiledi ve şaşırttı. Oysa daha sonraki yıllarda babamın
Almancaya çok da hakim olmadığını anlayacaktım.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Bizi eve bir minibüs götürdü.
Evin bulunduğu caddeye girdiğimizde, şoför hangi evin bize ait olduğunu
''şuradaki eski binalar mı''sorusuyla öğrenmek istedi. Babam da“Evet, Türkler hiç yeni binada oturur mu” cevabıyla yanıt verdi. O an, o
konuşmadan hiçbir şey fark etmedim. Ancak binanın önüne geldiğimde eski ve 1.
Dünya Savaşı’ndan kalmış bir yapıyla karşı karşıya gelince konuşulanlara bir
anlam verebildim.
Evimiz savaştan oldukça zarar görmüştü. Kapılar kırıktı.
Evin tuvalet ve banyosu yoktu. Tuvalet merdivende bulunuyordu ve bunu dört aile
ortak kullanmak zorunda kalıyordu. Toplam üç kardeş ile beraber 1,5 odada
kalıyorduk. Bu gördüklerimden sonra Almanya’nın hayalimdeki “Cennet”olmadığını
anladım. Çünkü burada yaşayan Türkler çok kötü ve zor koşullar altında
yaşıyordu.
'Bize
Almanca öğreten öğretmenler Almanca bilmezdi'
- Almanya’da hem Türk, hem de yabancı olmak
gündelik hayatta ne tür sıkıntılar yaşatıyordu?
Almanya’ya gelir gelmez okula gitmek için ailemi zorladım.
Bir hazırlık okuluna yazdırıldım. Öncelikle Almanca öğrenmeliydim. Ama ne
gariptir ki bize ders verenler öğretmenler Türk’tü ve öğretmenler de Almanca
diline hâkim değillerdi. Türkiye’den ilkokul öğretmeni olarak buraya işçi
olarak gelmişlerdi. Ve Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilmişlerdi. Daha
sonra Almancayı bu şekilde öğrenemeyeceğime kanaat getirince, kendi çabalarımla
akşamları Volkshochschule’ye (Halk Yüksek Okulu) gittim. Ve diyebilirim ki
Almancayı orada öğrendim. Başarılı bir öğrenciydim. Notlarım yüksek olduğu için
1985’de ortaokulu bitirerek lise eğitimi için şans elde ettim. Lisede okurken
Abitur‘u yaparken sürekli sabah 4’te uyanırdım. Çünkü okul harçlığımı çıkarmak
için temizlik işine girmiştim. İki saatlik çalışmadan sonra da kan-ter içinde
okula giderdim. Çok yorulurdum, fakat öğrenci olarak bu zorluğa katlanmak
zorundaydım.
'Beni
Cemalettin Kaplan etkiledi'
- İslam düşüncesiyle ne zaman ve nasıl
tanıştınız? Kişiliğiniz üzerinde etki yapan faktörler nelerdi?
Ailem yaşamını İslâm'a uydurmaya çalışırdı, ama camiye
sadece bayramdan bayrama giderdik. Onun haricinde İslâm’ı çok köklü
yaşamıyorduk. 1983 yılında semtimizdeki bir genelevi camiye dönüştürülmüş,
inşaat sürecini takip etmiştik. Bir gün kendi kendime, cuma namazına katılmayı
karar verdim. Cuma namazından önce dinlediğim vaaz ise hayatımın dönüm noktası
oldu. Daha çok 'korku' temalı yani 'cehennem korkusu' üzerinde duruyordu.
“Allah’a itaat etmezsen, namaz kılmazsan, Allah’ın emirlerini yerine
getirmezsen başına şunlar gelecek” gibi… Bu vaaz bende çok büyük bir etki
yarattı. Yani beni adeta camiye bağladı. Çok daha sonradan bu caminin Milli
Görüş’e ait olduğunu ve vaazı veren Hoca’nın Cemalettin Kaplan olduğunu öğrendim. Yani beni
etkileyen isim Cemalettin Kaplan’dı. Cemalettin Kaplan o tarihlerde Milli
Görüş’ün Fetva Komisyonu başkanıydı.
'Camiler
bizi aşırı bir nesil olarak yetiştirdi'
- Peki, camiye bağlılık gündelik yaşamınızda
nasıl bir etki yarattı? Almanya’da bir okul hayatı, yabancı bir çevre ve bunun
ortasında İslâmi bir yaşam...
Tabii ki o zaman Milli Görüş’ün Berlin'de bir değil, on
tane camisi vardı. Ben de teker teker ziyaret ederdim. Ayrıca İslam
Kültür Merkezi (Süleymancılar) ve DİTİB’e bağlı olan camilere de
giderdim. Ancak ağırlıklı olarak Milli Görüş’ün camisine giderdim. O
dönemde İslâmi cemaatin içinde bir aşırılık vardı... Ve bu aşırılık beni zaman
içinde tamamen Alman toplumundan izole etti. O kadar ki, ben bir öğretmenime ya
da bir kız öğrenci arkadaşıma el uzatamıyordum, uzatmıyordum. Yine eğlenceler
tertiplenirdi, gitmezdim. Çünkü bunu günah olarak sayıyordum. Düğünler olurdu,
ailece davet edilirdik. Ancak çalgılı ve içkili olduğu için, bunu haram sayıp
gitmeyi reddederdim. Yine sakal bırakmıştım. Çünkü bize o dönemde, sakalını
kesmek, “Peygamber efendimizin sünnetine göre haramdır” diye öğretmişlerdi.
Yani camiler bizi çok aşırı bir nesil olarak yetiştirdi. Bundan dolayı o
dönemlerde hiç Alman arkadaşım olmadı. Bu konularla ilgili hocalar, “Yahudi
ve Hıristiyanların dinine mensup olmadığınız sürece onlar sizi asla sevmezler” gibi vaazlar verirlerdi.
Bu vaazlar tabii ki bende etkili oluyordu. Öyle ki, “Demek
ki öğretmenim kendi dinine çekmek için beni bu kadar seviyor” diye düşünüyor, inanıyordum.
- Peki, ailenizin buna karşı yaklaşımı neydi?
Babam tamamen bu duruma karşı çıkardı ve “oğlum,
sen neden bu kadar aşırı oldun” diye
tepki gösterirdi. Yani benim babam diğer gençler gibi gezmemi ve eğlenmemi de
isterdi. Daha doğrusu normal yaşamamı isterdi.
'Din
görevlisi olmak en büyük idealimdi'
- Gelişiminiz, hatta yükselişiniz camideki
cemaat tarafından takdirle karşılanıyor muydu?
Çok hızlı gelişiyordum. Camide Kuran’ı ve Arapçayı
öğrendim. Özel dersler aldım. Ve hocalar beni özellikle diğer gençlere örnek
gösterirdi. Zaman içinde artık tek bir idealim vardı. Artık bir din görevlisi,
yani hoca olmak istiyordum. Bu aynı zamanda Milli Görüş’e doğru giden yolun
kapılarını açtı ve Milli Görüş’ün liderlerini tanıdığım dönem oldu... Refah
Partisi’nden siyasetçiler gelirdi. Camide kürsüye çıkıp cemaate dönük
konuşmalar yaparlardı. Yine Refah Partisi’nin önde gelen isimlerden olan Şevket
Kazan, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman
Arif Emre, İbrahim Halil Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Halil
Ürün, Tayyip Erdoğan ve Şevki Yılmaz, Melih
Gökçek,Mustafa Kamalak vs. ile tanıştım. Ayrıca Milli Görüş
Genel Merkezi’nin ayda bir düzenlediği toplantılara katılırdım.
'17
yaşındayken Erbakan Hoca'yla tanıştım'
- Peki, bize biraz Milli Görüş’teki
yıllarınızla ilgi daha detaylı bilgiler aktarabilir misiniz? Milli Görüş yaşamınızda
nasıl bir yer edindi? Çünkü sizi Türk ve Alman kamuoyu Milli Görüş kimliğinizle
ve çalışmalarınızla tanıyor...
Ben 15 yaşındayken, yani 7. sınıf öğrencisiyken, Milli
Görüş’ün fahri bir üyesi oldum. İlk önce caminin yönetimindeydim, yani
sekreterdim. Yine bu dönemlerde, yani 17 yaşındayken, Necmettin Erbakan hoca
Milli Görüş’ün eski Başkanı Dr. Zeynel Abidin’in cenazesi için
Almanya’ya gelmişti. Bu Almanya’ya gelişinde Berlin İslâm Vakfı Salonu’nda
yapılan sohbet toplantısında Necmettin Erbakan hoca ile tanıştım.
Daha sonra Milli Görüş’ün bütün faaliyetlerine katılım
göstererek, en aktif kişilerden biri haline geldim. 21 yaşındayken, Milli
Görüş’ün yönetiminden bir teklif gelmişti. O dönemde ben hukuk öğrencisiydim ve
henüz eğitimime başlamıştım. Yönetim, bir hukukçuya ihtiyaç olduğunu
söylemişti. Ve bu görev için bana talip olduklarını ve bundan sonra Milli
Görüş’ün İdaresi’nde çalışacağımı söylemişlerdi. Ben, “Çalışırım” dedim. Bunun üzerine yapmam gereken
çalışmaları aktardılar ve beni maaşlı olarak çalıştıracaklarını söylediler. O
zaman hocalar dışında kimse maaşlı çalışmıyordu. Herkes Allah rızası için
çalışırdı.
Ben, öğrencilik dışında o dönemde ağırlıklı olarak hafta sonları
bir güvenlik şirketinde çalışıyordum ve geçimimi bu işten aldığım 1000 ila 1200
Mark arası maaşla temin ediyordum. Milli Görüş’ün yönetiminde yer alan
arkadaşlar bunu öğrenince, bana “Bu parayı biz sana verelim. Bizim bir hukukçuya
ihtiyacımız var. Gel bizim hukukçumuz ol” dediler. Ben görevi kabul etmekle
birlikte para almayı reddettim. Çünkü Allah rızası için yapılan çalışmalar
karşılığında para almayı çok günah sayıyordum.
Milli Görüş’ün bana hukukçu olarak talip olmasının asıl
sebebi ise, benim Freie Universitat (Hür Üniversite) hukuk okumaya yeni
başlamış olmamdı. Öğrenimimin henüz ikinci ayındaydım. Cami başkanı bir gün
benim bir akrabama, “Camiye çıkış verildi. Tahliye davası açıldı. Davalar
kaybedildi. Yakında da icra memuru gelecek. Acaba Abdurrahim bizim dosyalara
bir bakabilir mi” diye
sormuş. Akrabam bu durumu bana iletti. Ben de “Bakarım” dedim.
Daha sonra cami başkanının yanına gittim. Bana tüm
dosyaları teslim etti. Ve ben dosyaları inceledim. Hatta bu konuyu profesörümle
de konuştum. Bana nasıl yapmam gerektiği konusunda bazı ipuçları verdi. Alman
Anayasası’na göre caminin temel haklarının ihlal edildiğini, alt
mahkemelerin bu özgün durumları gözetmediğini, buranın bir cami, bir ibadet
yeri olduğu ve dini uygulama özgürlüğünün geçerli olacağını belirttim ve
savunmayı verdim. Bu savunmadan sonra icra işlemi durduruldu.
İşte bu olay Milli Görüş'ün İdari Heyeti’nde, Genel
Merkezi’nde büyük bir etki yapmıştı. Bunun üzerine bana bu teklifi sunmuşlardı.
Ve sonuçta İslam Federasyon Başkanı Nail Hoca beni Hukuk Danışmanı olmam konusunda
ikna etti. Sıfatım “Hukuk Danışmanı”ydı ancak ben bir avukat gibi çalışıyordum.
Herkes bana kısa bir süre sonra “avukat bey” ya da “avukat
çocuk” diye hitap
etmeye başladı. Oysa düşünün ki ben bir avukat değildim, sadece birinci sınıf
öğrencisiydim.
- Milli Görüş’te sadece “hukuk danışmanı”
olarak mı çalıştınız? Yoksa daha sonraki dönemlerde Milli Görüş'te farklı
alanlarda da görev aldınız mı?
Evet, çok farklı alanlarda da çalıştım... Ve zaman içinde sadece
hukukçu kimliğimle değil, fiili bir başkan gibi çalıştım. O dönemde İslam
Federasyonu’nun, İslam Vakfı’nın, İslam Cemaati’nin ve Milli Görüşe bağlı tüm
derneklerin yönetiminde değildim, ancak asıl çalışmalarını yürüten, yetkiyi
kullanan kişi hep bendim. Bunun sonucunda açılan mahkeme ve davalarda, sorumlu
kişi olarak hep ben gösterilirdim. Ayrıca proje çalışmalarını ve tüm üye
derneklerin dışarıya karşı temsilini de ben yürütürdüm.
'Erdoğan'la
görüştüm, Milli Görüş tabanı AK Parti'ye kaydı'
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştünüz mü?
2003 yılında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
Berlin’e geldiğinde, İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural ile Adlon Oteli’nde
özel olarak bir görüşme gerçekleştirdik. Daha önceleri, 20 yaşındayken
Avrupa’da verdiği onlarca konferansına da katılmıştım. Görüşmemizde,
Berlin’deki Müslümanların, özelde Türk toplumunun durumunu konuşmuştuk.
Görüşmede ayrıca Başbakan bize neden Erbakan Hoca ile yollarını ayırmak zorunda
kaldığını da anlattı... Sayın Erdoğan Erbakan ile yollarını ayırdı, ama Milli
Görüş kökenliler onu bırakmadı. Bugün cemaat yüzde 90 AK Parti'li olmuş
durumda. İdareciler bile büyük çoğunlukla AK Parti'li olmuş durumda. Ayrıca AK
Parti başından itibaren, Avrupa’da Avrupalı Demokratlar Birliği (UETD) adı
altında örgütlenme oluşturdu. Milli Görüş’e farklı bir müdahalesi
olmadı, ama taban Erdoğan’ı seçti.
- Bu çözülüşte en önemli etken Erdoğan ismi
miydi?
Hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi ve karizması
Avrupa Milli Görüş’ün dağılmasında, eski gücünü yitirmesinde çok önemliydi.
Ancak asıl değişim ve soru işaretleri Müslümanların samimi dini duygularının
sömürüldüğünün ortaya çıkması ile başladı.
Milli Görüş’ün felsefesi Prof. Dr. Necmettin Erbakan
tarafından kurulmuştu. Doğrudan Erbakan Hoca’ya, yani bu siyasi güce bağlıydı.
Özellikle Almanya’da teşkilatlandırmasını oldukça başarıyla tamamlamıştı.
Avrupa’nın en güçlü din kuruluşu haline geldi. Kadro ve finans kaynağı tamamen
cemaat tarafından karşılanıyordu.
Hatırlıyorum, Şevket Kazan bir gün Mevlana Camii’nde bir
konuşma yapmıştı. Ve o konuşmadan sonra toplam 700 bin Mark değerinde vaat
toplanmıştı. Düşünün bir camide bir saatlik konuşmadan sonra 700 bin mark vaat
toplanıyorsa, bu rakamı 750 camiyle çarpın. Yani cemaat çok etkilenirdi ve
Refah Partisi’ni çok desteklerdi... Ve tüm yatırımlar sadece Almanya’ya dönük
değil, Türkiye’ye dönük de yapılırdı. O zaman cemaatin maddi gücüde vardı.
Holding vurgunu daha olmamıştı.
'Cemaat
toplanan yardımların hesabını sormaz, soramaz'
- Camilerde toplanan bu paralar sonraları pek
çok iddiaya konu oldu...
Evet, tüm cemaatlerin camilerinde, zekâtlar, fitreler,
kurban, felaketzedeler için vb. çeşitli isimlerle paralar toplanır. Bilhassa
Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır.
Sinevizyon gösterileriyle inanların duyguları harekete geçirilir. Hedef, daha
çok para elde etmektir.
Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına
çıkarmakla meşguldürler. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen
Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu
görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Özel olarak kurulmuşlardır.
Yıllardır bu paralar yanlış kullanıldığı için ne Afganistan'ın, ne Filistin'in,
ne Somali’nin problemi çözülmüştür... Buna rağmen yine de toplanır o paralar.
Cemaat ise bu paranın hesabını sormaz, daha doğrusu soramaz. Bu yüzünden; dini
cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını
belirleyerek ortak çalışma içine giremez.
Oysa kiliselerin papaz yetiştiren yüksek okulları,
vakıfları, hastaneleri, sosyal konutları, danışma merkezleri, meslek
okulları, yüksek okulları, televizyonları, dergileri, yayınevleri, araştırma
merkezleri vs. vardır. Yani hizmetlerini daha örgütlü yürüttükleri kurumları
vardır. Ya bizim?
Bizim çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip
giderken, biz kaynaklarımızı yaşadığımız ülkedeki çocuklarımız için neden
kullanmıyoruz? Kendi çocuklarımız parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır,
kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapishanededir. İş merkezlerinin kapılarında
kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar
ortalıkta. Demezler mi; Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
Dolayısıyla şunu tekrar vurgulamak istiyorum, biz
Afrika’ya, Filistin’e ve Afganistan’a yapılan yardımlara karşı değiliz. Biz
bunun sömürülmesine, abartılmasına karşıyız. Bunlar üzerinde rant
oluşturulmasına karşıyız. Yoksa bu ülkelere yardım edilebilir, bunda da bir
sakınca zaten yoktur. Fakat aynı anlamda Almanya’daki problemli, sorunlu
noktalara dönük de cemaatlerin planlama yapması, kurumsallaşması ve
şeffaflaşması önemlidir.
'Milli
Görüş merkezine aktarılan paraların akıbeti bilinmiyor'
- Bu konuyu biraz daha genişletirsek, toplanan
yardımlar, muhtaç olan kesimlere ulaşıyor mu? Ayrıca Almanya’da Müslümanlara
dönük bir yardım projesi veya çalışması mevcut mu?
Örneğin Almanya’da kaçak yaşayan ya da maddi olarak ciddi
sıkıntıları olan bir kişi, Milli Görüş Genel Merkezi’ne gidip yardım talep
ettiğinde, derler ki “Bizim öyle geleneğimiz yok. Almanya içi yardım
etmiyoruz. Hizmetlerimiz sadece Asya ve Afrika içindir.”
Yani burada muhtaç olan bir insana yardım edilmiyor. Oysa
o da fakirdir. Ancak bu göz önünde bulundurulmuyor. Yani demek istediğim,
burada ciddi biçimde kaynakların doğru kullanılmaması sorunu var. Tabii ki cami
cemaati bu bağış ve yardımları iyi niyetle topluyor ve muhtaç olan kesimlere
ulaştığını düşünüyor. Bugün, Milli Görüş’e bağlı yaklaşık 750 cami bulunuyor.
Ve hafta da 5 bin Avro toplandığında, ortaya çıkan miktarı bir hesaplayın. Aynı
bir fabrika sistemi gibi...
Bu paralar toplandıktan sonra, Milli Görüş Genel
Merkezi’ne nakit olarak aktarılıyor ve bu süreçten sonra paranın akıbeti
bilinmiyor. Paraların, Afrika, Afganistan, Çeçenistan, Filistin, Irak vb.
Müslüman ülkelere yardım amacıyla gittiği söyleniyor. Doğru, bu ülkelere yardım
gidiyor, hatta kurbanlar kesiliyor ve fakir insanlara fitre veriliyor. Ancak
bunların hepsi Almanya’da daha rahat para toplamayı sağlamak amacıyla
kullanılıyor. Örneğin Filistin’e gidip, bir yardım kuruluşuna 50 bin Avro
yardım ettiğinizde, aynı kuruluştan 500 bin Avro yardım edildiğini tasdik
ettirebilirsiniz. Afrika’nın falan bölgesinde 10 bin kurban kesin 100 bin
kurban kestim belgesini alırsınız. 10 bin Avro yardım edin, 1 milyon yardım
ettim belgesini alırsınız. Yani Ortadoğu ve Afrika gibi bir bölgede bunu
rahatlıkla yapmak mümkündür... Yani kontrol mekanizmasi yoktur. Tüm bu
kurumların vicdanen ve kurumsal olarak şeffaflaşması, hem bugünün hem de
gelecekteki hizmet kalitelerini arttırmaları açısından en önemli sorunlu
noktadır.
Bunun için tekrar söylüyorum, biz öncelikle kendi
sorunlarımızı çözmek zorundayız. Bizim de ailemiz, çocuklarımız ve sorunlarımız
vardır. Dolayısıyla cemaatten aldığımız yardımları, yine cemaatin ihtiyaçları
ve sorunlarının giderilmesi için kullanmalıyız. Tekrar belirtiyorum, biz
Somali, Afganistan, Filistin gibi ülkelere yardım konusunda kesinlikle karşı
değiliz, ama yardım yapılıyor amacıyla buradaki insanları sömürülmesine
karşıyız. Yoksa cemaat olarak tabii ki yardımlarımızı esirgemeyeceğiz. Ancak
belirttiğim gibi, bugün toplanan birçok yardımın sadece bir kısmı bu saydığımız
ülkelere ulaşıyor.
YARIN: Milli Görüş'ün bilgisi dahilinde holdingler camilerde ne
kadar para topladı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder