Margaret Atwood, Damızlık Kızın Hikâyesi (The Handmaid’s Tale) kitabını yazdığında 1980’lerin ortasıydı. Atwood romanını, “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksın” diyen Reagan (ABD) ve Thatcher’ın (İngiltere) seçilmesinden kısa süre sonra, yani Batı’da 1960’larla 70’lerin cinsel devriminin “aşırılıklarının” eleştirisi üzerinden büyüyen muhafazakârlığın, kadınların önceki on yıllarda elde ettikleri kazanımları tersine çevireceğine dair feminist kaygıların yükseldiği bir dönemde kaleme aldı.
1986’da yayınlanmasıyla birlikte çok satanlar listesine giren ve yaygın şekilde kitlelerle buluşan (daha sonra sinemaya da uyarlanan) roman, kadın hakları için verilen mücadelenin karşı devrimci bir darbe ile bastırılmasından sonra yaşananların hikâyesi üzerinden, muhafazakârlığın kadınların kazanımları açısından oluşturduğu tehdide işaret eden güçlü bir feminist distopya. Bu distopya, dini muhafazakârlığı abartılı şekilde olumsuz resmettiği için epeyce eleştiri almış.
Bundan beş-altı yıl önce, Türkiye’de “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganıyla kentli üst ve orta sınıfların özellikle yaşam tarzlarına müdahale noktasında korkularını gıdıklayan kampanya da hem hedef kitlesi hem de tehlike unsuru addettiği kesimden epeyce eleştiri almıştı. Bu kampanyayı yürüten ve o gün için iktidar mücadelesinin bir safı olan kesimin, salt gündelik yaşam pratiklerine dönük tehdidi işaret ederek aslında üstünü örttüğü esas tehlikelerin gerçeklendiği ülkenin bugünkü tablosunda, gündelik hayatın muhafazakârlaşmasından öteye söyleyecek pek bir şeyi yok gibi görünüyor. Onu da oldukça cılız bir sesle dillendiriyorlar. Oysa on yıllık AKP iktidarının Türkiye’de kadın hareketinin gündemi açısından bundan çok daha öteye varan sonuçları oldu.
Batı’da Yeni Muhafazakârlık, Türkiye’de Muhafazakâr Demokratlık
“Muhafazakârlık, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların, daha doğrusu o yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Fakat bu tepki, ‘yeni olanın’ mutlak reddiyesiyle yahut salt tepkisellikle tanımlanamaz. Muhafazakârlık, ‘eski’ (kadim ve ezeli) ve yerleşik olanın, geleneksel ve kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmanın iradesine ve yeteneğine sahiptir; bu irade ve yetenekle restorasyondan ve gelenekçilikten farklılaşarak kendini var eder.”
(Başbakan Erdoğan’ın AKP’nin muhafazakâr demokratlığını anlatırken alıntıladığı Tanıl Bora’nın “muhafazakârlık” tanımı)
Bunu Tanıl Bora’nın aynı eserinden (Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, Birikim Yayınları) bir başka alıntıyla tamamlayalım: Muhafazakârlık, kapitalist modernleşmenin, somut, özgül toplumsal malzemeye uyarlanmasında işlev görür, hatta kapitalizmin tıkanıklıklarını aşmasına yardımcı olur (s. 55).
Tüm dünyada yeni liberal ekonomi politikaları ile yeni sağın kol kola yükselişinin Türkiye’ye izdüşümü olarak görülebilir AKP iktidarı. Bu yoldaki girişimler ve tıkanışlar olan 24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesi, Özal yılları, kirli savaş dönemi, ekonomik krizler ile inişli çıkışlı gidişatta bir türlü istikrara kavuşamayan Türkiye, nihayet AKP iktidarı ile “rayına oturmuş” görünüyor. Yeni liberal ekonomi politikaları ile Türkiye’de muhafazakâr demokratlık olarak tanımı bulan yeni sağın (Batı’da yeni muhafazakârlık) on yıllık AKP iktidarında bulduğu istikrar, kadınlar açısından üç ana başlıkta toplanabilecek sonuçlar yarattı ve bu sonuçların her biri, kadının emeği ve bedeni üzerindeki erkek egemen tahakkümün derinleşmesine hizmet etmekte.
Bunlardan birincisi, yeni liberal ekonomi politikalarıyla sosyal devletin tasfiyesi üzerinden yoksulluğun yapısallaşması ve kadınlaşması ile birlikte, kadın emeği üzerindeki erkek egemen tahakkümün derinleşmesidir. İkincisi, gündelik yaşam pratiklerinin ötesine varan etkileriyle muhafazakârlaşmanın, kadının bedeni üzerindeki erkek egemen tahakkümü sermayenin gereksinimleri doğrultusunda derinleştirmesidir. Üçüncü olarak ise, ilk iki başlıktan bağımsız olarak ele alınamayacak olan kadına yönelik şiddetin katliam boyutuna varmasıdır.
Bir Kapitalist Ajan Olarak Muhafazakârlaşma
Muhafazakârlığın kapitalizmin özgül toplumsal malzemeye uyarlanmasında ve kapitalizmin tıkanıklıklarını aşmasında nasıl işlev gördüğüne dair en güzel örnek, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın yakın tarihli açıklamaları oldu.
“Türkiye Cumartesileri çalışma uygulamasını kaldırdığı 70’lerde hak etmediği bir refah seviyesi yaşadı. Mesai erken başlayınca erken bitecek. Böylece gün ışığından daha fazla yararlanacağız. Esnafımız zaten bunu yıllardır yapıyor. Bu aslında kültürümüzde de var. Devlet bunu niye yapmasın ki? Yılda 3 milyar kilovat saat elektrik tasarruf edebiliriz. Cumartesi tam ya da yarım gün mesai yapılması için de harekete geçeceğiz. Zenginleşmeyi ancak çalışmayla elde edebiliriz. (‘Çalışanlar az mı uyusun’ sorusuna karşılık olarak) Uyku süresinde azalma olmaz. Vatandaş akşam daha erken uyur.”
Bakanın Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Max Weber) kitabının Müslüman versiyonunu yazdığı bu sözler, muhafazakârlığın asla gündelik yaşam pratikleri ile sınırlı bir mesele olmayıp, kapitalizmin esaslı bir toplumsal mühendislik ajanı olduğunun en özlü ifadesidir. Şıracı Bakan’ın bozacı şahidi esnaf örneğinde olduğu gibi, kendisine hep taşra gericiliğinden ve küçük burjuvazinin “mürekkep yalamamış” kesiminden suç ortağı bulmuş olan muhafazakârlık, kentli üst ve orta sınıfları yaşam tarzına müdahale korkusu ile dürterken, esas kabak emekçilerin başına patlamakta, emekçilerin en emekçisi olan kadınlar da bundan katmerli etkilenmektedir.
Yapısallaşan yoksulluğun kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ile ezilen etnik azınlıklar olmak üzere toplumun kimi kesimlerini neredeyse toptan kapsar hale geldiği , çocuklarla yaşlıların bakımının kadınların omzunda olduğu ve azınlıklarda da yine kadınların dezavantajlı kesimi oluşturduğu gerçeği dikkate alındığında, bu olgu daha net anlaşılacaktır. Yoksulluğun etnikleşmesi üzerine araştırmalar, “işçi sınıfının Kürtleşmesi” başlığını taşıyorsa, sosyal devletin nihai yıkımının yaşandığı günümüzde, yoksulluğun kadınlaşmasından da rahatlıkla söz edilebilir.
Bugün Türkiye’de yaşanan şekliyle muhafazakârlık, refah devletinin henüz yıkıma uğramadığı Reagan ve Thatcher döneminden farklı olarak, kadını yalnızca, devletin çekildiği sosyal alanlardaki sağlık, bakım gibi yeniden üretim hizmetlerini üstlenmek üzere eve hapsetmekle kalmamaktadır. Kadın için esas alan olarak aileyi işaret etmekle birlikte (Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesinden de gayet açık bir şekilde görülebildiği üzere), kadının emek piyasasına katılımını da yine aile üzerinden, aile bütçesine destek olan ucuz, güvencesiz, ikincil emek şeklinde tanımlamaktadır. Dolayısıyla kadın hem ev içinde, hem de emek piyasasında olmak üzere iki kat koşturmak ve bu performansı sırasında da “iffetini” korumakla yükümlü kılınmaktadır.
AKP’nin Rol Modeli: Sibel Üresin / Muhafazakârlığın Kadın Bedeni ile İmtihanı
“İslamcı kesimin yaşam koçu” olarak anılan ve çok eşliliğin yasallaştırılması üzerine sözleriyle gündeme gelen Sibel Üresin, ironik biçimde sadece sözleri ile değil soyadı ile de Damızlık Kızın Hikâyesi’ni anımsatıyor. Romanı okuyanlar veya filmini izleyenler hatırlayacaklardır, kadınlar oy verme hakkından yoksun ve okuma yazma öğrenmeleri de yasak. Ancak herhalde en beteri, kadınların bedenleri üzerinde hiçbir haklarının olmaması. Kadınların bedeni sadece üreme aracı olarak görülmekte; kadınlar, kelimenin tam manasıyla damızlık muamelesi görmektedir. Üresin’in “feministlerden bile daha kadın dostu” olduğunu iddia ettiği görüşleri, yüzlerce yıldır kadın bedenini ve doğurganlığını kontrol etmeye çalışan erkek egemenliğinin ve onun eklemlendiği kapitalizmin AKP muhafazakârlığı üzerinden yerele uyarlanmasından başka bir şey değil.
Kadın doğurganlığının denetimi mücadelesi uzun bir tarihe sahip. Kapitalizmin ortaya çıkış sürecine denk düşen 16. yy. sonu ile 17. yy. başlarında, Avrupa’da patlak veren salgın hastalıklar sonucu nüfusta yaşanan benzeri görülmemiş düşüş, ilk nüfus krizini doğurmuştur. Bu krizin aşılması için devletler eliyle uygulanan nüfusu artırmaya yönelik tedbirler, binlerce yıldır doğurganlığın gizemini ve bedeni üzerindeki tasarrufunu korumuş olan kadınlar için bambaşka bir dönemin de başlamasına neden olmuştur.
Nüfusun kapitalist ulus devletin önemli güç kaynaklarından biri olduğu anlayışı ile, aile, kapitalist toplumda mülkiyetin kuşaktan kuşağa korunarak devredilmesini ve emek gücünün yeniden üretilmesini düzenleyen en temel kurum olarak yeni bir şekil alır. Aile, cinsellik ve doğurganlığın devlet kontrolüne alınmasının da bir aracıdır artık.
Muhafazakâr demokrat AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın “üç çocuk” sözlerinin altındaki de kadın bedeninin kontrolü konusundaki aynı takıntıdır.
Kadınların Canına Kast
AKP iktidarının rakamlar itibariyle korkunç sonuçlarından biri, on yıllık süreçte 5000’e (yazıyla beş bin!) yakın kadının; kocası, babası, sevgilisi, abisi, kardeşi yani en yakını sayılan cümle erkek tarafından katliama dönüşen kadın cinayetlerinde öldürülmüş olması. “Bizim iktidarımızda artmadı, görünür oldu” teranesinin, yazının önceki satırlarında ele alınan olgularla birlikte düşünüldüğünde, herhangi bir kıymeti harbiyesi, ciddiyeti kalmıyor.
Kadın cinayetleri, yeni liberal ekonomi politikaları ile bunların pürüzsüz, sorunsuz ve en yüksek rıza ile uygulanmasındaki işlev gören muhafazakârlaşmadan ayrı ele alınamaz. Başbakan Erdoğan’ın AKP programı önsözündeki sözlerinin de açık bir şekilde itiraf ettiği üzere, muhafazakâr demokratlık asla “yeninin” reddiyesi değildir. Liberalizmin yenisini, erkek egemen tahakkümün eski usulleriyle harmanlayarak gayet güzel hayata geçirir.
Kadını yalnızca aile içine, eve hapsetmekle kalmaz. Bu evin bir çıkış kapısı da vardır: kadın emeğinin ucuz, güvencesiz veya kapitalizmin kötü gün dostu olarak sömürüleceği emek piyasasına açılır. İşte kadınlar bu iki alan arasındaki karanlık koridorda, sık sık erkek egemen tahakküm açısından “yollarını kaybederler”, yeterince “iffetli” olamazlar, kendi ayakları üzerinde durma ihtimalini akla getirmek gibi affedilmez hatalar yapar, bu karanlık koridordan kurtulmak için kendilerince tüneller kazarlar. Kadın cinayetleri ve bu cinayetler karşısındaki erkek-devlet-yargı dayanışması/suç ortaklığı, bu tünelleri, bu kaçış yollarını kapamanın yöntemidir.
Bugün yaşamakta olduğumuz muhafazakâr demokratlıktan eski muhafazakârlığı, yani Reagan ve Thatcher dönemi yeni sağını çıkardığımızda, elimizde işte bu korkunç beş bin rakamı kalır.
1. Hem demokrat hem muhafazakâr olma iddiası da Türkiye siyasetinin özgünlüğü olmalı. Kendine Avrupa’daki Hıristiyan demokratlar gibi “Müslüman demokrat” demek, Türk İslam sentezi garabetinin devletçi-statükocu bir İslamcı damar yarattığı Türkiye’de imkân dâhilinde olamıyor.
2. AK PARTİ VE MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİ, www.akgenclik.org.tr/include/File/DocFile/muhafazakar.doc
3. “Mürekkep yalamış” türden beyaz Türk-kenti-orta sınıf faşizmine maruz kaldığımız bayrak histerisi dönemi hala hafızalarımızdaki tazeliğini korusa da Baskın Oran’ın “iki tür küçük burjuvazi” ayrımı için bkz. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7102
4. Yeni Yoksulluk ve Etnisite, Sibel Özbudun: “[Yapısallaşan yoksulluğun] bir başka önemli veçhesi ise, bazı sosyal kategorileri neredeyse bir bütün olarak kapsamasıdır: kadınlar, gençler/çocuklar, yaşlılar, engelliler, etnik gruplar… Zaten dezavantajlı kesimleri oluşturan bu sektörlerin yaşam koşulları, neo-liberal ekonomik siyasaların uygulanmaya konulmasıyla, yoksulluğun “kadınlaşmasından, çocuklaşmasından, etnikleşmesinden” söz etmeyi mümkün kılacak ölçüde bozulmuştur.”
5. Erkek Egemenliği, Kapitalizm ve Doğurganlığın Kontrolü, Ayşe Toksöz, bianet.org: “… bahsi geçen nüfusu artırmaya yönelik politikaların en önemli ayaklarından biri de gebelik önleyicilere, çocuk düşür(t)meye ve bebek ölümlerine getirilen sert cezalardır. Doğum kontrolü sağlayan bu tekniklere ilişkin bilgiye sahip olan ve bunu uygulayan kadınlarsa, ‘cadı’ olarak suçlanır ve öldürülür. Böylece kadınlar, Orta Çağ boyunca ‘kadın bilgisi’ olagelmiş ve onlara kendi bedenleri üzerinde neredeyse mutlak tasarruf yeteneği sağlamış olan bu alandan tamamen dışlanmış; doğurmaya mahkum kılındıkları çocuklarla (ki bunlar geleceğin ücretli emek ve ev içi emek havuzunu oluşturacaklardır) beraber eve kapatılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder